1534 yılının 29 Kasım’ında, Kanuni Sultan Süleyman, İslam dünyasının en güzel eserlerini barındıran Bağdat’a zarar gelmemesi için, ordunun dışarıda kalmasını emrederek kente adım atar. Kış mevsimi ordunun İstanbul’a geri dönüşü çok zor olacağından, ilkbaharla birlikte yola çıkılmasına karar verilir. Dört aylık zaman diliminde ordu kışı geçirmek üzere çevre kentlere dağıtılır. Osmanlı ordusunun bu durumundan yararlanmak isteyen İran Şahı Tahmasb fırsatı kaçırmaz ve bahara doğru Van Kalesi’ne saldırır.
Kuşatma haberi Bağdat’a ulaştığında Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Azam Lütfi Paşa komutasındaki bir kuvveti saldırıyı durdurması için kuzeye gönderir. En kısa zamanda Van Gölü’ne varan askerler, herhalde, fazla yol gidip Karadeniz’e çıktıklarını sanırlar! Çünkü önlerinde ucu bucağı belli olmayan, yöre insanının da zaten ‘deniz’ dediği koskoca bir göl vardır.
Düşman ordusu karşı kıyıda bir yerdeydi ama nasıl bir tertip almışlardı, hangi silahlara sahipti, nerede ve kaç kişiydiler?.. Bu soruların yanıtını almak için Van Gölü’nün girintili çıkıntılı kıyı şeridini takip ederek alınacak yol hem güvenli değildi, hem de çok uzun zaman alırdı. Lütfi Paşa’nın aklına harika bir fikir gelir: “Kadırga! Tez zamanda kadırga inşa etmeliyiz…”
Hiç şüphesiz ki, gölde sefere çıkacak bir kadırga, çok kısa sürede bütün kıyıları gözleyerek düşman hakkında bilgi toplayabilirdi. İyi, güzel de, bir kara ordusunda kadırga yapacak olan kimdir? Bu bilgi donanımına sahip olan biri var mıdır? Yedii bela Mahmut Bey, zemberekçibaşının bu işin üstesinden rahatlıkla gelebileceğini ortaya atar. Zemberek, taşınması ve kullanması çok zor olan bir ok türüdür. O dönemin savaşlarında ağır silah türüne giren zemberekten, teknik bilgisi yüksek olan, dikkatli ve titiz insanlar sorumlu tutulurdu.
Vezir-i Azam Lütfi Paşa’nın huzuruna çıkarılan Zemberekçibaşı’na sorulur: “Sen bize kadırga yapabilir misin?”… İşte o an, Zemberekçibaşının yüzündeki ifadeyi çok merak ediyorum! Burası da tarihin “herhalde” kısmıdır; zemberekçibaşı yanıt olarak şunu söyler: “Efendim, kadırga yapıp yapamayacağımı söyleyebilmem için ormanı görmem lazım.”
Denizden kilometrelerce uzakta, dağ başında bir adam ormanı gezmekte ve kadırga yapımında kullanacağı keresteleri hangi ağaçlardan alacağını görmeye çalışmaktadır! Hep söylemişimdir, bakmak ile görmek aynı şey değildir. Ormanlarda gemiler gizlidir, görmesini bilene!
Zemberekçibaşı, Van Gölü’nün kıyısına kurduğu tersanede, yelken ve kürekle hareket edebilen üç kadırga yapar, hem de iki haftada! Lütfi Paşa, çok şaşırdığı bu başarı karşısında, keşif seferinin kaptanlığına Zemberekçibaşı’nı getirir. Bununla da kalmaz, mükafat olarak kese kese altın, hediyeler ve saf kan bir at verir. Bağdat seferinden sonra Zemberekçibaşı, ‘sırdaş, yakın dost’ anlamına gelen Haseki mertebesine yükseltilir.
Tarihin o sayfasında, Van Gölü’nün kıyısındaki ağaçlarda üç kadırga gören ve bir anda kendini o kadırgaları yönetirken bulan kaptanın yanından ayrılarak, 1912 yılının Edirne’sine gidelim…
Günlerden 6 Kasım…
O gün, Bulgar ordusu kenti top atışına tutarken, Edirneli bir Yahudi kadın olan Angele Gueron, şunları yazar günlüğüne: “Kısmet ise yarın, Alliance İsraelite Kırklareli Kızlar Mektebi Müdiresi ile Hilal-i Ahmer’e üye olmaya gideceğiz. Sultaniye mektebinde açılan hastahanenin müdürü Hüseyin Bey, faaliyetimizin çok semereli olduğunu, halkın takdirine mazhar olduğunu ve örnek teşkil ettiğini ifade eden bir teşekkür mektubu gönderdi. Bizler de, kendisine askerlerimiz için her türlü fedakârlığa amade olduğumuzu içeren bir mektupla cevap verdik.”
Bulgar Savaşı sırasında seferberliğin ilan edildiği Edirne’de, trenler dolusu kadın ve çocuk kentten gönderilmiştir. Kalanlar arasında bulunan Edirneli Yahudiler, büyük bir vatanseverlik örneği göstermiş ve askerlere para ile yiyecek yardımının yanında, 176 dikiş makinesinden oluşan atölyede gönüllü olarak don ve de mintan dikmişlerdir. Bütün bu direnişin ön saflarında, Edirne Alliance İsraelite Okulu’nun öğretmenlerinden Angele Gueron vardır. Çalışmaların ne zor koşullarda yürütüldüğünü öğrenmek için Angele Gueron’un 22 Kasım’da günlüğüne yazdıklarından bir bölüm okuyalım: “Dün, Kıyık semtine düşen bir bomba bazı evleri yıktığı gibi yer yer yangın çıktı. 17 yaşında bir Müslüman kızına isabet eden bir bomba onu paramparça etti… Bomba ve mermi yağmuru altında dahi olsa, mektebin hademesiyle birlikte Sultaniye’deki dikiş atölyesine gittim. Kızlarımızı bütün tehlikelere rağmen dikiş makinelerinin başında çalışırken gördüm.”
Angele Gueron kadın olduğu için isteseydi Edirne’yi kolaylıkla terk edebilirdi, tıpkı öğrencileri olan Yahudi kızlar gibi… Ama onlar, ülkelerini ve kentlerini işgale karşı savunmak için direnmeyi tercih ettiler. Üstelik Angele Gueron’un kucağında emzirmekte olduğu oğlu da vardır!
II. Dünya Savaşı sırasında, Amsterdam’da bir evin arka odalarında ailesi ve dostlarıyla birlikte gizlenen Anne Frank adlı Yahudi kızın, yaşadıklarını anlattığı hatıra defteri tüm dünyada okunmaktadır. Ama bizim, Balkan Savaşı esnasında Edirneli bir Yahudi kadınımızın tuttuğu hatıra defterinin varlığından haberimiz dahi yoktur! Oysa Angele Gueron’un hatıra defteri bütün dünyaya insanlık ve vatanseverlik dersi verecek güzelliktedir. Bunun kanıtlarından biri de, Gueron’un defterine yazdığı şu sözlerdir: “Mermiler yere çakıldıktan sonra yüzlerce insan açılan çukuru görmek ve mermi parçalarını hatıra olarak almak üzere toplanmak için üşüşüyorlar. Ben dahi iki şarapnel mermi kovanı aldım. Bunları çiçek vazosu yaptım.”
Edirne’ye yağan ölüm yağmurunun korkunç damlaları olan bomba kovanlarından çiçeklik yapmak!.. Savaşlardan geriye kalması gereken nefret, öfke ve kin değil, Angele Gueron’un tüm dünyaya verdiği insanlık dersi olan çiçek vazolarıdır. Öyle ki Gueron, top mermilerinin kovanlarından yaptığı çiçek vazolarına bir de şiir yazmıştır:
Ben bir ölüm aracıyım / İçimde pişman olduğum bir hazinem var / Şimdi hoş kokulu çiçeklere yer veriyor / Seviniz ve affediniz diyorum
Gürleyerek karanlık bir namludan çıktım / Ölüm saçtım dört bir yana / Şimdi çiçekliğe dönüştüm / Koruduğum kokuyla sinirlerinize can katıyorum
Angele Gueron, 26 Kasım günü yaşadıklarını şöyle yazar hatıra defterine: “Dün gece Selimiye yakınına bir bomba düştü. Akıbetimiz ne olacak? Her daim Titanik yolcuları gibi ‘daha yukarı, daha yukarı’ çığlıklarını duyar gibi oluyorum.”
Ne gariptir ki, Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferi sırasında, Van Gölü’nde üç gemi yüzdüren Mimar Sinan’ın en büyük eseri Selimiye Camii’nin bombalanışındaki çaresizliği Angele Gueron, Selimiye’yi Titanik’e, Edirne halkını da Titanik’in yolcularına benzeterek bizlere anlatacaktır!
Gemiler sadece ormanda olmaz. Gün gelir, koca bir mabet de bir gemi gibi görünür insan gözüne… Elbette görmesini bilene!