David OJALVO
“Düşünüyorum öyleyse varım!”
Söz, Descartes’in en ünlü cümlelerinden ve birçoğumuzca biliniyor. Bu üç kelimenin anlattığı sadece varlıkla düşünmenin bağlantısı mıdır? Algılayışımızı daha derinleştirebilir miyiz? Varoluş çerçevesinde düşünmenin toplumdaki karşılığı, yeri nedir? Bence, başlıca barışın ta kendisidir. Düşünerek, içgüdülerimizi ve farkındalığımızı yorumlayabiliyor, davranışlarımızı belirleyebiliyoruz. Birey için durum böyle, toplumları temsil eden yapılanmalar için de. İyi niyetli temenniler ve duaları dile getiriyoruz; ama ulaştıkları yeri, sonuçları görmekte bazen zorlanıyoruz.
“Barış” basit bir kavram değil ne yazık ki… Dileklerimiz, kalplerimizden sadelikle yükselse de, tam anlamıyla barış içinde yaşamak, kalpler kadar akılların tam iradesini gerektiriyor. Barış adına dudaklardan sözcükleri dökmek kolay; ama sanırım bir boşluk onları iştahla yutuyor. Varoluş ve düşünmenin ağırlığını koyarak doldurabileceğimiz bir boşluk.
“Gerçekte barış, basitçe savaşın olmayışı değildir,” der Spinoza. Büyük filozofun tespitine bir eklentim var. Günümüz dünyasında barışı artık ‘savaşın yokluğu’ üzerinden tartışamayız. Savaşı ancak, ‘nefsi müdafaanın’ içinde değerlendirebiliriz. Varoluşunuza, hayatınıza kastedildiyse, kendinizi ve toplumunuzu korursunuz.
Bugün barışı, ‘savaş’ değil, ‘sürdürülebilirlik’ ilkesi üzerine oturtabiliriz. Mevcut barış halini sürdürmek ve onu iyileştirmek, ileriye taşımak, çözümler üretmek… Sadece insanlığın iyiliğini üstün tutarak, herhangi bir ekonomik çıkar gözetmeden barışı geliştirmek. Bir ütopyadan mı söz ediyorum? Bireysel ve toplumsal açıdan ‘sürdürülebilir barışın’ neresindeyiz? Acımasız gerçekler, zorluklar, sıkıntılar burada başlıyor. Soyut umutları somutlaştırmakta, pratik örnekleri ele almakta.
Kendimize rahatlıkla sorular yöneltebiliriz:
- ‘İsrail-Filistin’ meselesi üzerine ne düşünüyorsun?
- Doğudaki terör sorunu ve çözümünden ne anlıyorsun?
- Suriye’deki kimyasal silahlar karşısında ülkemizin tutumu ne olmalı?
- Taksim’de ve Kadıköy’deki protestoların, çatışmaların önemi ne?
Hatırıma gelen, birkaç ana başlık bu sorular. Toplumun farklı kesimlerinden, farklı bireylerin, farklı fikirleri var. Oysa fikir üretmenin de temelinde, bilgi sahibi olmak şart. Temiz, medya tarafından çarpıtılmamış, kaynakları açık bilgiler... Önyargılar, varsayımlar, komplo teorileri bazen çekici görünebilmekle birlikte, ‘doğru bilgiye ulaşma’ hassasiyetini gölgelememeli. Bağımsız araştırmacılar ve gazeteciler desteklenmeli, onların bulgularını paylaşabileceği platformlar çoğaltılmalı. Bir anahtar rol de bireye düşüyor. Tembelliği aşmalı, yargılarının nasıl geliştiğinin farkına varmalı, hazır bilgiye ve söylemlere itimat etmeli, okumalı ve sorgulamalı… Ağırlığını hissettiğiniz kadarıyla barış, sorumluluk duymayı gerektirir. Elbette bu satırların yazarı dâhil, birçoğumuzun makaleleri takip edecek, araştırma kitapları inceleyecek, panellere katılacak zamanı kısıtlı. Yine de niyet etmeli, emek vermeli… Barışı istemek kadar, barışa yönelik ‘davranışın’ mütevazı ifadesi burada. Karınca kararınca da olsa, fikirsel düzeyde kendimizi geliştirebiliriz. Böylelikle bilinçleniriz ve barışa uzandıkça, iç huzurumuz da artar.
***
Düşünüyorum, varım ve hem sırtım hem yüzüm barışa bakıyor.
Toplumsal düzeyde ‘sürdürülebilir barış’, diplomasinin de öncelikle bu amaca hizmet etmesinden geçer. Diplomasi, ülkelerarası çıkarların lisanı mıdır ve yüzü bazen barışa, gerektiğinde savaşa mı dönüktür? Bu gereklilik nefsi müdafaayı mı anlatır, yoksa samimiyetin en büyüğü ile ‘savaş dışı’ tüm çareler, tüm olasılıklar sahipleniliyor mu? Gündemdeki gelişmelere bu sorular çerçevesinde bakıyorum. Dünya sorunları hakkında gerçekte bildiklerimin ne kadar az olduğu anladıkça da, temkinli davranmam ve yazmam gerektiğini daha iyi görüyorum.