Ben bir oryantalist miyim?

Her yurtdışı seyahatimde buruk bir ruh dolaşır içimde. Batı yakasında dolaşırken hep ülkemle karşılaştırırım oraları; insanıyla, sistemleriyle, kurallarıyla. Farkımız çok büyük maalesef. Bir de, şu kutuplaşmayı ne yapacağız?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 0 yorum
25 Eylül 2013 Çarşamba

Her yurtdışı seyahatimde anlamsız da olsa hüzün kaplar içimi. Nedeni basit. Batı yakasında olduğum her zaman hep ülkemle karşılaştırma hastalığına düşerim oraları. Kaçmak istiyorum bu hissiyattan, mümkün olamıyor. Kimileri bunu bir ‘oryantalizm’ hastalığı olarak adlandırabilir. Ne derlerse desinler, bu müzmin rahatsız ruhun derdi ülkesinin çağdaş değerlere sahip olması, her anlamda, her yerde, her köşesinde.

Eskiden, ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak nitelendirilen yörelerde bugün memleketimizle en büyük farkı trafik, taşıma sistemleri ve araç sürme disiplininde görüyorsunuz. Bırakın kaldırımlara park etmeyi, park yasağı olan her yolda, sokakta tek bir parkedilmiş araç görmüyorsunuz. Bir tane dahi görmek için uğraşmama rağmen kimse, ‘öteki’ye saygısızlık anlamına geleceği için park etmiyor!  Bizim kalabalık ama dar caddelerde bile, araçların caddenin ortasında durarak park etmelerinin nasıl da, üç şeritlik yolu bire indirdiğini hatırladığımızda, inanın kahroluyorum. Zira, günlük, geçici bir sıkıntı da olsa zihniyet dünyamızın insana ve zamana saygı anlamındaki yoksulluğunu görüyorsunuz. Meselenin özünde tabii ki park bulma sorununun yattığını bilmeyecek kadar naif değilim lakin yetersiz sistem insanı kirletiyor sonuç olarak. Ve, kendini orman vahşetinde bulan o insan yaşayabilmek için yasak falan dinlemez oluyor. Öteki de aynısını yapınca birlikte duvara tosluyoruz...

***

Oralarda insanı tanımak için ‘sokaktaki’ herkesle konuşmaya çalışıyorum. Örneğin, Mısır ve Suriye olayları hakkında düşüncelerini soruyorum. Kimi çok yüzeysel olarak, bizim ‘kahvehane’ sohbetlerimizin kalitesinin de altında muğlak yorumlar yapıyor. Lakin çoğunluğu açıkça kendi hayatlarından başka bir meseleyle ilgilenmemeye çalıştığını söylüyor. Biz ise kendimizi unutup habire dünyayı kurtarmakla meşgul oluyoruz. Pek tabii ki bu ‘kurtarma’ misyonu bizi ayrı dünyaların insanları olarak devamlı bir kutuplaşma iklimine götürüyor. Sürekli olarak düşman yaratmakla meşgul oluyoruz. Bu kutuplaşma öylesine bir hal alıyor ki, sağduyuyu hepten yitirip, ‘beyaz’a ‘siyah’ bile diyebiliyoruz.

Türkiye’de bugün ciddi anlamda bir kutuplaşma mevcut. Bu satırların yazarı yaşamı boyunca hiç tanık olmadığı kadar bölünmüş bir toplum fotoğrafı görüyor. Batı’daki çoğu devletlerin halkları kutuplaşmayı unutmuş, hayatlarından azami mutluluğu aramaya odaklanmışken biz neyi ‘kurtarmaya’ çalışıyoruz? Batı’da sokakta geçerken bile tanımadığınız bile size ‘günaydın’ diyebilirken biz sokaktaki öteki’ye neden böyle düşmanca davranıyoruz? Bu düşmanlık ikliminin nedeni nedir? Neden birlikte yaşayabilmeyi unuttuk?

En üzücü olan da, bu kutuplaşmanın sadece siyasette, medyada, sokakta olmadığı, şimdi de spora sirayet etmiş olması. Sporun seyir keyfini çıkaracağımıza orada da düşmanlaşmak!...

Olimpiyatları kaybetmekle çok şey yitirdik aslında. Öyle bir organizasyon Türkiye’nin kalbi olan İstanbul’a ve halkına maddi, manevi çok farklı değerler katacaktı. Olmadı. Kaybımız büyük oldu. Kaldırımlardan geçen motosikletlerden sakınmaya, yaya geçitlerinde şoförlerden sabırla izin istemeye devam edeceğiz.

***

Bu siyah tablodan ben bir çıkış yolu bulamıyorum. Belki de oryantalist kafalı olduğumdandır, kimilerine göre.

Lakin yine de her ‘duvar’da mutlaka içinden ışığın geçeceği çatlaklar belirecektir; bir gün mutlaka.

Zaman ve sabır. 

1 Yorum