Yolda yürüyoruz ya, trafikte seyir halindeyiz ya… Güne 1 – 0 yenik başlıyoruz demektir en hafifinden. İstanbul halleri işte… Bir kaza, bir araç arızası kilitliyor kenti, ne ileri gitmek mümkün ne de geri. Yapacak bir şey yok diye düşünüyor insan: eldeki bu… Atasözünün dediği gibi, ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin.
İstanbul dışından gelenin ağzındaki “bu şehirde yaşanır mı?” ya da “size gerçekten acıyorum” yollu takılmaları dinlemek artık İstanbul sevdalıları için zul olmaya başlıyor. Oysa dünyada bir Boğaz var, o da – beğenin ya da beğenmeyin – İstanbul’da. Yoksa bu takılmaların altında kıskançlıklar mı var diye de düşünmüyor değil insan, safça!
Esas olarak bu imalı laf kondurmalar elbette ki boş serzenişler değil. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Kentteki gündelik sıkıntının boyutları artık içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sorunlara karşı geliştirilen nafile çözüm denemeleri bu canım kenti cangıl haline getiren biz sakinlerinin ayakları altında eriyip gidiyor.
Kent yaşantısından nasibini almamış, hayatını iliklerine kadar “kısa yoldan köşe dönmeye” adamış, “yol verilmez alınır” mantığı ve “başarı için her yol mubahtır” anlayışını benliğinde yoğurmuş insanların şehri kimliği ile mercek altına alınırsa, İstanbul, gerçekten ağlanası bir yer…
Bir ucundan diğerine, örneğin Silivri’den Tuzla’ya şöyle bir uzanıldığında hoşa giden tek bir yer, göze çarpan tek bir güzellik yoksa eğer, yol boyu onlarca katlı binalarla istila olmuşsa eğer, yeşilin metrekarelerle ölçüldüğü bir doğa katliamına çanak tutulmuşsa ve bu katliamın sonucu İstanbul’a ‘modern kent’ olarak yutturulmaya çalışılıyorsa eğer, tartışılacak hiçbir şey kalmamış demektir.
Mimar değilim, kent planlamacısı değilim ki çok bilimsel konuşabileyim. Ya da jeolog değilim ki olası deprem felaketlerinden dem vurayım. Ancak görünen köy kılavuz istemez. Böylesi büyük organizmalarda bulunması gereken güvenlik planlarının, doğal afetlerde takip edilmesi gereken planların var olduğunu, bunları uygulatacak yöneticilerin, bunları uygulayacak görevlilerin bu konuda ehil olduklarını düşünmek istiyorum, ancak nedense kendimi bu konuda çok fazla ikna edemiyorum.
Bugün liseyi bitirdiğim mahalleye yolum düştü. Gençliğimin önemli bir bölümünün geçtiği sokak aralarında nostaljik bir tur attım… Filanın oturduğu evin yıkıldığını, her öğlen yemek yediğimiz falanın lokantasının yerine otopark yapıldığını görünce bir hoş oldum. Oraya bir otel, beriye AVM olmaya çalışan ancak bir türlü beceremediği her tarafından anlaşılan bir ticaret merkezi çıkılmış, emanet duruyorlar adeta! Bakınca içim cız etmedi değil. O yokuştan kızlı erkekli gruplar halinde, biraz da haylazca indiğimiz günleri anımsadım. Biliyorum ki bu mahalle gibi onlarcası, yüzlercesi var İstanbul’da…
Kente anlam veren bu mahallelerin dokusudur. İstanbul’u İstanbul yapan burada kurulan sıcacık ilişkiler yumağıdır… Birbirleri ile konuşan, birbirlerine gülümseyen insanların var olduğu mutlu yerleşimler zinciridir.
Yaşamı modern kılma, her şeyin en büyüğünü, en ihtişamlısını inşa etme sevdasının aslında insanımızı uygarlıktan kopardığını, içindeki değerleri söküp attığını, hayatı bir yerde mafyalaştırdığını görmeyenler ne zaman görecekler, ya da görenler ne zamana dek bekleyecek?