“Nankör kedi...” Kedisi olup de bu nitelendirmeye katılacak kimse bilmiyorum. İnsanlar kedilerinin kendilerini taklit etmeye çalıştığını, normalde kıvrılıp yattıkları halde yatakta sahiplerinin yanında, yorganın altında girip onlar gibi düz uzanarak uyuduğunu anlatır. Sahibinin gözyaşlarını mırıl mırıl konuşarak dilleriyle kurutan kedi hikâyelerini çok duydum.
Bilgelerimizin Perek Şira derlemesini, Tora’nın Yolunda köşemizde geçtiğimiz ay tamamladık ve hayvanların en vahşisinin, hatta gözümüze en iğrenç görüneninin bile evrenin şarkısında oynadığı rolü gördük. Bazen belgesel seyrederken (evet, belgesel de izlerim, çok kültürlüyüm ya...) coğrafyamızda olmayan bazı hayvanların çirkinliği karşısında Aşem’e şükrettiğim olur, “bu hayvanı her gün görmek zorunda olmadığım için”. Ama kabul etmek gerekir ki, yaratılışta hiçbir şey nedensiz değildir. Her varlığın bir varoluş nedeni ve amacı vardır.
Hayvanseverlik konusuna girecek olursak, genelde hayvanları sever, hemen hepsinin yavrularına bayılırım ama saldırganlaşacak kadar değil. Bazı hayvanseverler gerçekten çok saldırgan ve öfkeli çünkü. Hatırlıyorum da, yanımdan köpeği ile geçen bir kadına, köpeği bana nedensiz havladığı için yan gözle baktım diye, köpeğinden çok bağırmıştı bana. Arka bahçelerdeki kedileri besleyeceğim diye kıymaları top haline getirip dördüncü kattan başkalarının bahçelerine atanlardan hiç hazzetmem. Köpeğini gezdirme bahanesiyle sokakları kaka edenlerden de. Ancak hayvanlar hep ilgimi çeker. Yerli yerinde oldukları sürece hiçbirinin başına en ufak bir kötülük gelmesini istemem. Yerli yerinde olabilmeleri için yaşam alanlarına tecavüz etmememiz gerektiğini gayet iyi bilir ve bunu kabullenirim. Avlanmayı hayal bile edemem. Bir kuzuyu aklıma getirecek olsam, kırk yıl et yemeden yaşayabilirim. Ama köpeğini kucağında taşıyıp annesini sokağa atanlarla işim olmaz.
La Fontaine’den de hoşlanmam bu arada. İnsanlara ders vereceğim bahanesiyle hayvanları sınışandırma şeklini sevmem çünkü... Çünkü ben karganın sesinden haz alan tuhaf bir kadınım. Karga gibi akıllı, alet kullanmayı çözmüş bir hayvana, peynirini kaptırma şeklini yakıştıran zihniyetine karşı çıkarım. Gereksiz önyargılarla dolu nesiller oluşturması, beni hep kızdırmıştır.
Ne yazık ki, atasözleri de öyledir. “İti an, çomağı hazırla.” Hâlbuki Frenkler aynı Şkri ne güzel ifade eder: “Gülden söz edince, kokusu hissedilir.”
“Besle kargayı, oysun gözünü.” Kimin gözünü oymuş ki kargalar bugüne dek? “Hitchcock Sendromu” diye bir şey varsa eğer, bu olsa gerek. “Besle kargayı, büyüsün” demek, bence kulağa çok daha hoş geliyor.
“Attan inip eşeğe binmek...” Bu bir tercih meselesidir. Kimi eşekten hoşlanır. Ayrıca küçücük çocuğu her ata pek bindiremezsiniz ama eşeğe bal gibi bindirebilir, dıgıdık dıgıdık koşturabilirsiniz. Bir de “Eşeğe fazla yüz verme, kendini at zanneder” şeklinde yabancı bir özdeyiş var. Aynı aileden olan bu hayvanlar arasındaki bu aristokratik derecelendirme neden? Ha bire korkan, kafayı yiyip gemi azıya alan, nereye koşturduğunu bilmeyen bir at, neden çalışkan ve sabırlı eşekten üstün oluyormuş? Eşek, kendini at sanırsa, bunun kime zararı varmış?
“Koynunda yılan beslemek...” Yaratılıştaki rolünü yerine getirdi diye yılana düşman olmak niye? İguanaları koynunda taşı ama yılanları hayır... Mantıksız. Büyüklerimiz yılana “madre de kaza” (evin annesi) der, eve girse bile el sürmezdi. Uğursuzluktu yılanı öldürmek. Yılan herkese hoş görünmez, kabul ediyorum, yılan fobisi olanı anlayamasam da, öyle bir korkunun varlığını kabul ediyorum ama başta belirttiğim gibi, yerli yerinde olduğu sürece, yılan iyidir. Doğada temizlik yaparak dengeyi sağlar. Bütün hayvanlar gibi aslında... “Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır”. Hiç sanmıyorum. Tatlı sözle köpeği bile saklandığı yerden çıkaramıyorsunuz maalesef.
“Nankör kedi...” Kedisi olup de bu nitelendirmeye katılacak kimse bilmiyorum. İnsanlar kedilerinin kendilerini taklit etmeye çalıştığını, normalde kıvrılıp yattıkları halde yatakta sahiplerinin yanında, yorganın altında girip onlar gibi düz uzanarak uyuduğunu anlatır. Sahibinin gözyaşlarını mırıl mırıl konuşarak dilleriyle kurutan kedi hikâyelerini çok duydum.
Yine büyüklerimizden, fazla yaygın olmayan bir söz: “Es vaka.” İnek gibidir o. Kötü bir şey mi sandınız? Değil aslında. İnek kadar saf ve zararsız demek. Bir türlü doğuramayanlar içinse “paridura de kavayos” derlerdi: “At gebeliği”. Evcil at, ortalama 330 günde doğum yapıyor da, ondan.
“Tanrı bütün vahşi hayvanları ve yeryüzünün tüm kuşlarını topraktan şekillendirmişti. Her birine ne isim vereceğini görmek için onları Adam’a getirdi. Adam her canlıya ne isim verdiyse, onun ismi öyle kalacaktı. Adam tüm çiftlik hayvanlarına, gökyüzünün kuşlarına ve tüm vahşi hayvanlara isimler verdi” (Bereşit 2:19-20).
Yaratılış kitabındaki bu dizelerden ne anlıyoruz? Öncelikle (balıklar dışında) hayvanların da insan gibi topraktan oluşturulduğunu öğreniyoruz. İsimler konusuna gelince, bu sürecin amacı sadece hayvanları birbirinden ayırmak değildir. Bir isim, sahibinin doğasını ve evrenin yaratılış planı içindeki rolünü de tanımlar. Adam, her hayvanın özünü anlayabilecek yetenektedir ve onlara, isimlerini buna göre vermiştir (Radak).
İlginç, değil mi, sevgili okurlar? İbranice hayvan isimleri, onların karakterini de yansıtıyormuş. Yeterlice araştırıp bu konuya geri dönmeyi planlıyorum.
Her hayvanın yaşam hakkına ve özelliklerine sonsuz saygım var. Ama çeşmeyi açtığımda, birinin klozete attığı yavru bir timsahın, (yavru bile olsa) musluktan düştüğünü görmek istemem. Başta da dediğim gibi, her şey yerli yerinde olmalı.