Babalar ve oğullar

Onur BEHRAMOĞLU Köşe Yazısı
31 Ekim 2013 Perşembe

Ömrün o silik, alaca loş dönemine giriyordu ki gençliğin geçmiş, yaşlılığın henüz gelmemiş olduğu bu dönemde hüsranlar umuda, umutlar hüsrana benzer.” Gün gelip, babaların oğullara, oğulların babalara benzemesi gibi.

Sadece şiiri, aşkı değil felsefeyi de ‘romantizm’ ya da ‘safsata’ sayıp küçümseyen, acı alaycılığıyla tüm gelenekleri yadsıyıp dışlayan, kimsenin fikirlerini paylaşmayıp kendi fikirlerine sahip olmakla gururlanan, bir ormandaki ağaçlara benzettiği insanları tek tek incelemenin gereksiz olduğunu düşünen, toplum düzeltilirse hastalık kalmayacağını savunan ve her ne söylerse söylesin, “Bana inanıp inanmamanız da umurumda değil!” diyormuşçasına söyleyen doğa bilimleri öğrencisi Bazarov’un ‘nihilist’liğini ‘devrimci’lik olarak okumamızı isteyen İvan Turgenyev (1818-1883), en ünlü romanı ‘Babalar ve Oğullar’ın bu unutulmaz karakterinin omuzlarına, dünyaya erken gelmenin ağırlığını yüklemiştir. Âşık olmayı başaramamış bir kadın olarak ne olduğunu tam bilmeden bir şeyler isteyen Anna Sergeevna’ya “Bu adam beni korkutuyor” dedirten bakışları, her an ayaklarının dibinde bir uçurum açılacakmışçasına gergin bedeni, “Rusya’nın bana ihtiyacı var... Hayır, besbelli hiç ihtiyacı yok” gelgitlerini yaşamasına yol açan ateşli kişiliğiyle Bazarov, zamanı henüz gelmediğinden, mücadelesinde yenilmeye yazgılıdır. Reddettiği aşkı kalbinin derinliklerinde duyduğunu ayrımsadığında, “başını alıp ormana gider, orada önüne çıkan dalları kırıp lanetler yağdırarak uzun adımlarla dolaşır.” 1860’ların Rus gençliğinin devrimci idealleriyle her çağın genç insanlarının kendilerinden önceki kuşaklara delice öfkeleri, şairlerde rastlanan türde onulmaz melankoliye karışıp karmıştır onun hamurunu... Rusya’ya kunduracı gerekir, terzi gerekir, kasap gerekir; kendi günlük gereksinimlerini, küçük çıkarlarını düşünüp kollayan köylülere, “Sen bana komün düzeninizi anlat bakalım” diyen Bazarov, o insanlar için bir yabancı, bir kalem efendisi, şehir züppesidir.

Oğlunun kalbindeki hırçınlığın, hoşnutsuzluğun, öfkenin yerini küskünlüğün, kederin alması, Vasili İvanoviç’i derinden üzmektedir. Eşi Arina Vlasiyevna’ya oğullarıyla ilgili dert yanarak, “Hep sessiz duruyor. Keşke seni, beni azarlasa!” der. Oğlunun kendisine sinirlenip bağırdığı bir gün, sevinçle fısıldar Arina’nın kulağına: “Hele şükür, marazından kurtuldu. Bugün beni bir paylaması vardı! Harikaydı, valla!” Yavrusunun ölümcül hastalığını sezdiğinde, Arina mutfakta ıhlamur çiçeklerini kaynatırken, Vasili yandaki odaya geçer, “Hiç sesini çıkarmadan elleriyle saçlarını dibinden kavrayarak çekeler.”

Bazarov, “Gel de ölümü yadsı bakalım, ölüm beni yadsıyor, işte bu kadar!” dese de, ölüme meydan okuyacaktır: “Eski bir terane, şu ölüm, ama herkese yepyeni gözüküyor.” Kalıplaşmış her şeyi – aşk ve sevgi kalıplarını da – yıkma çırpınışıyla, “Ben size...ne kadar harikulade olduğunuzu söyleyeyim. İşte oracıkta duruyorsunuz, öylesine güzel...” diyerek veda eder Anna’ya; salt varolmaktan duyulan hazza, her şeyin geçici olduğu bilincinin ürpertisini ekleyerek. “Şimdi artık...karanlık olsun...” dediğinde, annesi Arina ile babası Vasili, “öylece yatıp kalırlar yan yana, boyunları bükük, öğle sıcağında kuzucuklar gibi.”