Diğer sanat dallarıyla kıyaslandığında nispeten kısa bir geçmişi olan sinemanın tarihine baktığımızda, erken döneminden itibaren edebiyat ve tiyatrodan devşirdiği geleneksel anlatı kalıplarıyla egemenliğini kurup sermayeleşen konvansiyonel yapıya karşı başkaldırılar görülmektedir. İlki, 1920’lerde Sovyet sinemasının baskılanamayan yükselişi sürecinde yönetmen Dziga Vertov’un ‘Sine-Göz’ manifestosudur. Sinemanın kendi diline sahip olabilmesi için senaryo, oyunculuk vb. yöntemlere asla başvurulmadan, görüntü sanatı olan sinemanın sadece gördüklerinin bir araya getirilişiyle oluşacak bu dil, bizce halen sinema tarihinin en radikal ve sinemasal başkaldırısıdır.
Diğer sanat dallarıyla kıyaslandığında nispeten kısa bir geçmişi olan sinemanın tarihine baktığımızda, erken döneminden itibaren edebiyat ve tiyatrodan devşirdiği geleneksel anlatı kalıplarıyla egemenliğini kurup sermayeleşen konvansiyonel yapıya karşı başkaldırılar görülmektedir. İlki, 1920’lerde Sovyet sinemasının baskılanamayan yükselişi sürecinde yönetmen Dziga Vertov’un ‘Sine-Göz’ manifestosudur. Sinemanın kendi diline sahip olabilmesi için senaryo, oyunculuk vb. yöntemlere asla başvurulmadan, görüntü sanatı olan sinemanın sadece gördüklerinin bir araya getirilişiyle oluşacak bu dil, bizce halen sinema tarihinin en radikal ve sinemasal başkaldırısıdır.
İkinci büyük başkaldırı, 1960’larda Fransız Yeni Dalga akımının geleneksel anlatıları hem içeriksel hem biçimsel olarak parçalamasıyla yaşanmıştır. Kimilerince modern sanatın zirvesi kabul edilen kübizmin sinemayla buluştuğu dönem olarak adlandırılabilecek bu başkaldırının zirve noktasında ise, ‘Vertov’ adında radikal bir grup kurarak sermayeyi sinemanın dışına atma savaşımını biçimsel dönüşümle birleştiren Jean Luc Godard’ı görüyoruz.
Yakın dönemde ise, “büyük anlatılar bitti” söylemiyle birlikte konvansiyonel sinemaya karşı iddialı başkaldırılar çağı da noktalanmıştır. Yine de 1996’da Danimarka sinemasının genç ve asi kuşağının kaleme aldığı Dogma 95, Vertov’la kıyaslandığında radikallik derecesi hafif kaçsa da sinema dünyasında heyecan yaratmıştır. Lars von Trier öncülüğünde tür filmi kavramını, stüdyo çekimlerini, aksiyonu, müzik ve belirsiz ses kullanımını, yapay ışığı, filtreleri ve yönetmenin adının öne çıkmasını reddeden Dogmacılar, her ne kadar uzun soluklu olmasalar da sinema tarihinin radikalleri arasında yer almışlardır. Grubun dikkat çekici yönetmenlerinden Thomas Vinterberg’in, ülkemizde nihayet gösterime giren ödüllü son filmi ‘Onur Savaşı’, yönetmenin avangart geçmişini yer yer hatırlatmakla beraber başkaldırdığı konvansiyonel sinemanın başarılı örneklerindendir.
Eşinden yeni boşanmış ve oğlunu zaman zaman görebildiği bu yeni düzene alışma sürecinde bir anaokulunda çalışmaya başlayan Lucas’ın yaşamı, en yakın arkadaşının küçük kızının yalanıyla alt üst olur. Lucas’ın kendisine cinsel organını gösterdiğini söyleyen küçük kız, tüm danışman ve eğitmenlerin “küçücük bir çocuk neden yalan söylesin” tutumu neticesinde haklı görülür ve Lucas yaşadığı kasabada herkesin hücumuna maruz kalır. Linç süreci market çalışanlarından en yakın dostlarına kadar herkesin katılımıyla sürer. Film, tüm dünyaya ‘çağdaş’ olarak sunulan İskandinav kültürünün, modern kılıflar altındaki muhafazakârlığını su yüzüne çıkartır. Ataerkil egemenlik ve “adam olma” söylemi ilk içki, ilk ayin, ilk silah ve ilk av kodlarıyla şekillenir. Yönetmen, linç kültürünün Hıristiyan toplumundaki ağırlığına değinerek önemli bir noktayı yakalıyor. Bu durumun aşılma sürecinde benzer kodların öne çıkmasına karşın filmin arınmaya olanak tanımayan ucu açık sonu, Vinterberg’in eleştirisini hafifletmekle birlikte kalıcı kılıyor. Bugün Hannibal dizisiyle daha çok tanınan ve her bir karakteri ustaca canlandıran geniş repertuar sahibi Mads Mikkelsel’in oyunculuğuysa filmin en büyük gücü. Film, kapılarını kalburüstü sinemaseverlere açan Başka Sinema’da kasım ayı boyunca izlenebilir.