David OJALVO
15 Kasım 2003 sinagog saldırılarının üzerinden 10 yıl geçti. “10 yıl nedir?” diye soruyorum kendime… Sembolik, yuvarlatılmış bir zaman dilimi… Ortalama 70-80 yıllık insan ömründe önemli bir kesit kuşkusuz. Tarihin akışı için küsurat belki 10 yıl… Neresinden ölçüp biçmeli? Elbette anlattıklarıyla, içeriğiyle… 10 yıl daha yaşlanmak, meslekte 10 yıl, evlilikte 10 yıl misali. Hissedebiliyorum; böylesi zaman dilimleri ‘küçük’ kavramlarla pek ilişkili değil… Yaşlanmak, yaşanmışlıkları içselleştirmek ‘değer’ gerektirir. Bizim için değerli olanı yıldönümlerinde anımsamayı seçeriz. Bazı olayları kutlarız, bazısını unutmak isteriz. Bazısı ise, canımızdan kanımızdandır. 15 Kasım’ın yıldönümünde de varoluşumuzu, değerlerimizi sahipleniyor, bir kez daha farkındalığımızı ilan ediyoruz. Burada önemli hassasiyetler gün ışığında. Hatırlamanın, hatırlamaktan öte detayları pastel değil, acı da olsa canlı renklerle korumanın hassasiyeti… Çünkü acılığıyla beraber, o renkler bizi, özümüzü temsil etmekte.
Anlamlandırma çabasının yetersiz kalmaya yazgılı yaşamımızda köprüler kurarız. Bu köprüleri farklılıklar ve benzerlikler bir arada inşa eder. Sorgulamaların beşiğinde, aynılıklar ve ayrılıklar arasında, toplumun çeşitli kademelerinde kurduğumuz bu köprünün adı ‘uyum’dur. Biz 21. yüzyılın başında, Türkiye coğrafyasında, İstanbul şehrinde, yüzyıllardır ‘uyum’ içinde yaşayan, yaşamaya gayret eden yurttaşlarız. Elbette geçmişin sızıları ve kazanımları ile bugünün hatırı sayılır bir ‘bilinci’ var. Yarın, ‘umut’ olmadan düşünülemez. Günlerin akışında birçok konuyu tartışabilir, bir arada yaşama anlayışını tüm yönleriyle pekiştirebiliriz. Oysa 15 Kasım 2003 tarihinde medeniyetin tüm kazanımları bir kez daha kırılmaya, yapboz sürecinde gerilere düşmeye mahkûm edilmişti. Bir kez daha alfabenin ilk harflerine, insanın var olma hakkına dönüvermiştik. Dinleri, kültürleri, komşuluğu, paylaşımı, adaleti konuşamıyorduk. Terörizmin ilkel ve yok edici çaresizliğinde, ne var ne yoksa yeniden düşünmeye mecbur ediliyorduk. Ortada bir yanlış mı vardı? Yaşamın, Tanrı’ya doğru ibadetin kutsallığı zihinlerde nasıl tahrip olabiliyordu? Yedi milyar nüfuslu dünyamızda neden cennetin değil de, cehennemin suretine özeniyordu kimi odaklar, çevreler? Kim kime diyet ödettirmeye çalışıyor, ‘ortak vicdan’ varsa eğer, neden ve nasıl buz tutmuş kalplerin ıssızlığında yitiriliyordu? Akıllarımızın ermediği hesaplar yazılıp çizilerken, yaşamın sadeliği ve masumiyeti nasıl gözden çıkartılabiliyordu?
Bilmiyorum… Algılamakta zorlanıyorum…
Ben değişsem bile, seni, sizleri, onları değiştiremem. İsyanımız hep diri. Kötülük, bir varoluş biçimi olamaz, olmamalı! Varsak, yolculuğumuz ancak iyiye doğrudur. Tarihin, insanlığın tökezlemesi, düşmesi, ayağa kalmakta zorlanması cesareti kırıyor. İstanbul’dan uzaklara, evrensel barış şarkılarına uzanmayı isterdim. Ne var ki 10 yıl öncesini düşündükçe, şehrimde patlayan bombaları…
Denilir ki, “Hayat devam ediyor.” Farkındayım, hayatın devamlılığına ortak oluyoruz ve her gün, bu doğrultuda kanıt arıyorum. Belli açılardan, nispeten kapanmış fiziki yaralara değil, manevi birleşmeye bakıyorum. İbadethanelerin duvarları güçlendirilebilir, ya uyum içinde yaşamak? Hiçbir savaş (ve terör) ortamının filizlenmediği bir bugün veya yarını düşleyebilir miyiz? Saf, masum ve çok mu çocuksu bir temenni bu? İmkânsızlıkları kabullenmişimizin büyümekle ne ilgisi var? Barış içinde bir dünyanın olabileceğine inanamıyoruz, değil mi? Kötülük bir varoluş biçimi, doğru mu? Ne yapacağız?
Acı da olsa detayların silinmesine hiç izin vermemeli. 15 Kasım 2003 sabahı, dua edenlerimiz, yoldan geçenlerimiz, güvenlik görevlilerimiz, esnafımız vardı. 27 yurttaşımız hayatını kaybetti, 300’den fazlası yaralandı. O gün Bar-Mitsva’sı yapılan Harun, bugün 23 yaşında… Nedim ayağını kaybedebilirdi ve ayağı 10 saat süren bir ameliyatla kurtarıldı… O dönem basında, saldırıların İsrail – Amerika ilişkileriyle yönü, gizli servislerin konumu çokça yazıldı, çizildi. Sonra gündem değişti, değişti ve değişti… Bugün de değişiyor, değişmeye devam edecek… Bazılarımızınsa değil gündemi, tüm hayatı değişti. Sinagog önünde kocaman bir çukur açıldı. Yol düzeltildi; ama acıların derinliği tarifsiz kalır… 2003’teki patlamayı, 1986 yılında saldırıyla kıyaslayan esnaf, “Bu öncekinin en az 10 misli büyüklüğünde” diye demeç vermiş gazetelere… 10 yılda değerlerimizi mislince arttırabildiğimizi, bırakın tarihe, kendimize ne kadar hissettirebildik?
Zamansız düşünüyorum. Bu dünyada bildiğimiz zaman, sevdiklerimizi kaybettiğimizde, onlar için durmakta. Geride kalanlara ve geleceğe bakmak, bizim gözlerimize teslim. Çalkantılı duyguların içinde, ışığı yorumlamak kolay değil… Üstelik aydınlığa gölgeler düşüren trajedileri yaşadıkça, ışığı seçmek daha da zorlaşıyor. İnsanoğlunun, kendi eliyle gözlerine perde çekmeye hakkı yok… Zamansız ayrılıklar ve bize emanet edilen geleceği düşündükçe, haykırmak istediğim gerçek tam da bu.
Şalom yazarlarımızdan Viktor Apalaçi, Arman Gürkan ve Elis Simson da Limmud’da konuşmacı oldu.