Sen aydınlatırsın geceyi!

İlkokul sıralarında aşılanan Atatürk sevgisi beni hiçbir zaman kimsenin askeri yapmadı. Çocukluk buluşmalarımız da yıllar sonra hatırlanacak kalıcı dostlukların, sevginin temellerini attı. Aradan yıllar geçti, ne olduğumdan farklı ne de herhangi bir ideolojinin fanatiği bir insan oldum. Ne bir eksik ne de bir fazla, hayat ne yaşattıysa bana, yaşadığım tatsızlıklar dâhil bir deneyim olarak algılamaya çalıştım. Uzun bir süredir hiç alışık olmadığım konuların tartışmaya açılmasını şaşkınlıkla izliyorum.

Mois GABAY Köşe Yazısı 0 yorum
13 Kasım 2013 Çarşamba

İçinden deniz geçen bu şehirde kendimi son zamanlarda bir büyülü gerçekçilik romanının kahramanı gibi hissediyorum. Her gün yapılan açıklamalarda, sanal âlemde öylesine tuhaf gelişmeler bizi karşılıyor ki, hangisi gerçek, hangisine ‘he’ deyip geçmeli karar veremiyorum. Duyduklarımın gerçek olamayacağını düşünüyorum kimi zaman, hepimiz büyülenmişiz ve “koskoca bir millet tek bir gözden görülen dünyanın içine çekilmeye mecbur bırakılıyor.” diyorum içimden. Ardından biri geceyi aydınlatıyor. “Demokrasi, özgürlük, hoşgörü, birlikte yaşamak nedir, sen ne anlamışsın arkadaş?” diyor. O an birden gerçeğe dönüyorum.    

İlkokulu Şişli Terakki’de okudum. O dönemler 29 Ekim’in, 10 Kasım’ın çocuk yaşımda anlamı bambaşkaydı. Şiir okurken sesimin gür olması neden olsa gerek, öğretmenler mutlaka her bayramda bir görev verirlerdi. Sekiz yaşındaki bir çocuğun koskoca okulda ailelerin önünde Atatürk şiirini okumasının faydasını ileriki yaşlarda daha iyi anladım. Şu anki özgüvenimi o yaşlarda hocalarımızın elimize tutturduğu, zar zor ezberlediğimiz şiirlere borçluyum. Okulun ikinci yılında ailelerin teşviki ile her hafta bir arkadaşın evinde toplanır, bazen bir doğum günü kutlar, kimi zaman da sadece oyun oynardık. Evden getirdiğimiz en yeni oyuncaklarımız ile kızlı erkekli fantastik bir dünyada eğlenirken, ailelerimiz de yanımızdan ayrılır, kendi sohbetlerine dalardı. Geriye baktığımda ilk masum çocukluk aşkımı da o yıllara borçluyum.

İlkokul sıralarında aşılanan Atatürk sevgisi beni hiçbir zaman kimsenin askeri yapmadı. Çocukluk buluşmalarımız da yıllar sonra hatırlanacak kalıcı dostlukların, sevginin temellerini attı. Aradan yıllar geçti, ne olduğumdan farklı ne de herhangi bir ideolojinin fanatiği bir insan oldum. Ne bir eksik ne de bir fazla, hayat ne yaşattıysa bana, yaşadığım tatsızlıklar dâhil bir deneyim olarak algılamaya çalıştım. Uzun bir süredir hiç alışık olmadığım konuların tartışmaya açılmasını şaşkınlıkla izliyorum. Çoğu toplum fertleri gibi bunları görmezden gelip bir umut beslemek istiyorum. Sanki görmezden gelince bunların hiçbiri gerçekleşmemiş, sözler söylenmemiş gibi olacak ümidiyle… Kapı komşunun, işteki münasebetsizin laf sokmasını görmezden gelmek kolay da, peki ya bu sözler en yetkili ağızlardan telaffuz edilince ne yapmalı?

Uzun bir süredir ne kadar bardağın dolu tarafını görmeye çalışsak da, bilinçaltından belli bir sistematikle önümüze sunulan ve içinde mutlaka ‘Yahudi’ geçen rahatsızlık verme çabası kendimizi ifade etme ümidimizi yerle bir ediyor. Cemaat yöneticilerinin her sene büyük bir titizlikle yürüttükleri çalışmalar, düzenli ziyaretler, iftar yemekleri ve sonrasında “farklı yönlere çekildiği” iddia edilen açıklamalar. İddia edilenin aksine cemaat genelinde bir göç söz konusu olmasa da, böyle bir ortamda nasıl idealist çocuklar yetişeceği ailelerin en büyük kaygılarının başında geliyor. Bir yanda kendilerini farklı alanda daha da görünür kılan post modern gençlerimiz diğer yanda da “Yahudi” etiketini taşımaktan dolayı bir gün ‘acaba korkusu’ garip bir ikilem yaratıyor. Bu ikilem sadece tek bir topluma yönelik de değil, hayat tarzına müdahale hisseden herkes alternatif arayışına giriyor. Beklenmeyen aşırı çıkışlar her ne kadar sonrasında itidal telkinleri yapılsa da, ötekine karşı nefreti gün geçtikçe körüklüyor.

Bir yanda yerli ve yabancı yüzlerce sanatseveri bir araya toplanan Contemporary Art sekizinci yılına girerken biraz ötede Galata’da geceliği 100 dolarlar ödenen butik, apart otellerden turistlerin apar topar çıkarılması bu ikilemi anlatıyor. Bir tarafta Holokost eğitimini, Almanya’dan gelen Yahudi profesörleri tartışırken, tasvip edilmeyen insanlar kategorisinde olduğumuzu öğreniyoruz. Her koşulda sorgulamanın, adalet arayışının değil, itaatin beklendiği bir düzen sınırlarımızı daha da belirginleştiriyor.  

Her şeyin karanlığa gittiğini hissettiğiniz bir anda beklemediğiniz birileri vicdanlarının sesini dinleyip geceyi aydınlatıyor. Yaşadığımız bu fantastik şehirde hangisi bizim gerçeğimiz, zaman gösterecek. Yahudi toplumunun başarılarının sırrını çözmek için Nobel ödüllerini incelemeye gerek yok, Yahudilikte kadına bakış, kadın-erkek ilişkileri ve aile yapısı başarıların ardındaki değer normlarında kendini gösteriyor.  Duygularımızın nefret ve hayranlık arasına sıkışmadığı, cinsellik dâhil her konuda kendimizi rahatlıkla ifade edebildiğimiz bir gelecek dileğiyle…

Ps: Antisemitizm’in birçok farklı şekilde karşımıza çıktığı yetmiyormuş gibi şimdide de Türk Nazi partisi kurulmuş. Partinin internet sitesine girdiğinizde ironik bir şekilde Atatürk’ten alıntı sözlerin kurulduğuna göreceksiniz. Maddenin doğasına aykırı bu oluşuma şu soruyu sormak umarım birilerinin aklına gelir: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?  

 

2 Yorum