İyi bir eğitim aldıktan sonra iş hayatına girme yaşına gelen gençler için biraz endişe ediyorum. Gerçekler, başarı tanımı ve gençlerin beklentileri eskiye göre çok değişmiş durumda.
Anne babalarımızın nesli bir dünya savaşı gördü; yokluğun ne demek olduğunu iyi bildiler. Savaştan sonra 50’li ve 60’lı yıllarda iş hayatına girenler dünya tarihindeki en hızlı ve uzun süren refah artışı dönemine denk geldiler. Makul bir hayat standardına ulaşmak için çok zorlandıklarını sanmıyorum. Onlar için iki şey önemliydi: para ve eğitim. İş odaklı tedarikçi baba ile ev odaklı lojistik anne modelini hepimiz yaşadık.
Bizim nesil de oldukça şansı idi. Yani şimdi 50’li yaşlarda olanlar. Bir taraftan aldığımız eğitim, diğer taraftan küreselleşmenin ve teknolojinin getirmiş olduğu ek imkanlar ile sıfırdan yeni işler kurulabildi, iyi kötü bir ekonomik güvence elde edilebildi.
Bu noktada geçen ay Huffington Post’ta çıkan bir blog’dan alıntı yaparak mutluluğun tarifine dönmek istiyorum:
Mutluluk = Gerçekler - Beklentiler
Bu formül çok anlamlı geldi bana. Anne babalarımızın nesli bence bu basit formüle göre mutlu idiler, çünkü beklentileri düşüktü ve gerçekleri hızla yükselmekte idi. Bana sorarsanız fazla bir rekabet yoktu o zaman. Yüzde 50 çalışmayla (kadınların işgücüne katılımı neredeyse yoktu) hem makul bir refah düzeyine ulaştılar hem de iş dışı yaşamda kaliteyi bulabildiler.
Aynı formüle göre bakılırsa bizim nesil de mutlu diyebilirim. Tabi eskiden olmayan büyük bir rekabet var bizim devirde. Evet, anne babalarımıza göre daha fazla çalışıyoruz. Halen, makul bir refah düzeyine ve ekonomik bağımsızlığa ulaşmanın yolunun çok ama çok çalışmaktan geçtiğine inanıyoruz. Gerçeklerimiz ile beklentilerimiz arasında büyük bir çelişki yok. Çalışarak elde edemediğimiz şeyleri kendimize hak görmeyebiliyoruz; elde ettiklerimize de şükür diyoruz.
Ama iş çocuklarımıza gelince farklı davranıyoruz. Hak görüyoruz onlara her şeyin en iyisini ve en kalitelisini. En iyi eğitim, en iyi telefon, en iyi mekânlar, en iyi tatlar... Sizin hakkınız buyrun, diyoruz.
Başarı’yı tarif ederken, İngilizcesi ‘passion’ olarak ifade edilen ‘aşk’ ifadesini telaffuz ediyoruz sık sık onlara. “İçindeki sesi dinle, fark yarat, önce hayal kur sonra gerçekleştir,” diyoruz.
Yetişkin bireyler olma sürecinde karşılaştıkları onca zorlukları aşmalarında her an yanlarındayız. Okulda, askerde, işte, bebek olunca ve sair. “Helikopter ebeveynler” diyorlar bu şekilde evlatları için bütün imkânlarını seferber eden anne babalara...
Gün geliyor, kalite’yi ayırt edebilen, iyi’nin tadını bilen, süper eğitimli, süper sosyal gençlerin iş hayatında tedavüle girmeleri gerekiyor. Fabrikadan yeni çıkmış en son teknoloji ürünü gibi, büyük bir beklenti ile piyasaya sürüyoruz onları. Tramplenin ucuna kadar gelip aşağıdaki havuzu görünce dizleri titreyen Mr. Bean gibi, bir endişe kaplıyor birden herkesi. Atlayacak mı? Hadi evladım, korkma, arkandayız. Düşünüyor. Belki beğenmiyor...
Oysa iş dünyası acımasız. Tecrübesiz ve eğitimli yığınların arasında bir fark göremiyor birinden diğerine.
“Hani çok özeldim? Hani özgürce her istediğimi gerçekleştirebilecektim? Üstelik henüz ne istediğimi bile tam olarak bilemiyorum. Sorun bende galiba” diye iç geçiriyor genç arkadaşım, feysten başarılı kariyer görüntüsünü bire on katarak yayınlayan arkadaşını gördükçe…
Onca donanıma rağmen, kendileri ile ilgili beklentileri çok yüksek, gerçekleri de olması gereken yerde olduğu için, mutsuz mu kılıyoruz acaba Y kuşağı gençlerimizi?
Zamanı gelmedi mi onların da başarısızlıkların tadını çıkarmaya? Hazır kaybedecek bir şeyleri yokken, risk almalarına? Kare’nin dışına çıkıp kendi doğrularını bulmaya?
Bizim X kuşağı, bu harika Y kuşağının üzerinde helikopter gibi aleste bekledikçe, mutsuz mu ediyor onları acaba bilmeden ve istemeden?