David OJALVO
Toplumsallık ve bireysellik, birbirleriyle ilişkili farklı iki kavram… Bireylerin ortak özellikleri, toplumsal algıda toplanmakta… Bireyi somut olarak göstermek mümkünken, toplum kavramı yer yer soyut. Farklı toplumsal kesitleri tanımlamakta bireylerin fiziki özellikleri kullanılabiliyor. Örneğin kadın toplumu, erkek toplumu, siyahîler, çekik gözlüler… Irka dayalı yaklaşımda, ortaklıklar bugün için bulanıklaşmakta. Antropolojik ölçümleri değerlendirerek bir toplumsal algı yaratmanın yıkıcı yönü tarihe yazılıdır ve kanımca böylesi bir çabanın pratik yararı da son derece sınırlı. Dine dayalı toplumsal varoluş ise önemini sürdürmekte. Burada hassas nokta da atfedilen önemin ne derece dışlayıcı, ayrıştırıcı olabildiği…
Kimliği oluşturan tüm bu değişik yönler, gerek birey çapında gerekse toplumsal açıdan hararetle tartışılmakta. Hümanizm, insanı insan olarak sevmek ve benimsemek en değerli ideal… Bu ideale ulaşabilmek çok zor… Yüzyıllar içinde ayrılıklara, ayrılıkla cevap verilmiş; nice ağaç yaşken eğilmiş, siyasi ve ekonomik çevreler farklılıkları, çıkar aracı olarak kullanmışlardır. Toplumsal sözleşmeler, yasalar, etik değerler belli bir noktaya kadar “birlikte yaşama kültürüne” katkıda bulunabilmekte. Sürdürülebilir bir toplumsal iç barış için, siyasi kurumların ve medyanın söylem ve eylemlerinde bu yönde samimiyet göstermesi şart. Kadın-erkek eşitliğini, her inanca saygıyı, ırkları değil yaşamı üstün tutan bir bilinçle, birey ve toplum kavramlarının geleceği daha aydınlık görülebilir. Bu idealin tersi yönde hareketlerin ağır bedeli tarihin, dünün bize acı dersi… Onların bir tanesi de “Trakya Olayları.”
14 Kasım Perşembe akşamı, içten bir tiyatro oyunu, ‘Elveda Trakya’ ile 1934’teki olayları andık. Değerli araştırmacı-yazar Rıfat Bali’nin konu hakkındaki kitabı, yaşanan olayları, o dönemdeki gelişmeleri, tanıklıkları anlatıyor. Yahudi karşıtı söylemler, Türkleştirme politikaları, II. Dünya Savaşı’nın gölgesinde Trakya’daki demografik ve ekonomik yapılanma, siyasi erkin yağlamaya karşı kayıtsızlığı detayları ile yazılı. Kendi ailemden de bir anı, kitabın yeni baskısında yer alıyor.
Gerek ‘Trakya Olayları’nı okuduğum dönemde, gerekse mütevazı tiyatro oyununu izlerken düşündüm. Geçmişi, ağır yaşanmışlıkları değiştiremeyiz. Koruyabileceğimiz bugünümüz ve yarınımız var. Birey olarak, hissettiğimiz ölçüde duyarlılık gösteriyor, sorumluluk taşıyoruz. Tarihi anlama çabası, daha iyi bireyler ve toplumlar olabilme arzusu ile doğrudan ilintili. Eğer kimliğim, kimliklerimiz iyi, yapıcı, üretken algılarla bir arada anılamayacaksa, onların değeri sorgulanacaktır. Kendi iç dünyamızda, özsaygımız pekişemeyecektir. Kutuplaşmalar beslenecek, ayrılıklar bir kez daha çıkar çatışmaları adına körüklenecek, yarın kaybedecektir.
Trakya Olayları’nın üzerinden yaklaşık 80 yıl geçti. Günümüz Türkiye’sinde bireye karşıt antisemitizmin örneklerine bugün pek rastlamıyoruz. Toplumsal boyutta ise Müslüman olmayanlara karşıtlığın 80 yıldan sonra, herhangi bir provokasyonla açığa çıkabilecek, saklı durumda kaldığından endişe ediyorum. Bu nedenle nefret suçlarına karşı çıkartılacak yasalar kadar, insana değerleri, hümanizmi ön planda tutan bir eğitim sisteminin önemine inanıyorum. Siyasi erklerin söylemlerinin iç barışı teşvik etmesi gerektiğini vurguluyorum. Ve ne yazık ki, tam da bu noktada, eski Milli Eğitim Bakanımızın Hıristiyanlığı da Museviliği de tasvip etmediğini öğreniyorum. O akşamdan beri bu beyanatın anlamını kavrama gayretindeyim ve sorabildiklerim şunlar: İnancımı tasvip etmiyor, onaylamıyorsanız, neleri değiştirmek isterdiniz? Sizinkisinden farklı bir inancı benimseyenlere bakış açınız nasıl? Hayat tarzına karışılmaması, seçilmiş iktidarın halka sunduğu bir lütuf mudur?
Bu soruların içinden çıkabilsem veya çıkamasam, ne fark edecek ki…