Okulun ilk yıllarında, büyüklerin küçüklere öylesine sordukları sorulardan biri büyüyünce ne olmak istedikleri ile ilgilidir. Alınan yanıtlar, esas itibarı ile körpe canların çevrelerindekileri nasıl algıladıklarını ortaya koyar. Gerçi Y kuşağının da, Z kuşağının da bu türden sorulara verecekleri cevaplar “Hadi adam sen de, soracak başka soru bulamadın mı?” şeklinde küçültücü olacaktır diye düşünüyorum.
Ancak televizyonun olmadığı, telefon etmek için uzun bir süre çevir sesi beklenmesi gereken benim küçüklüğümde, bu gibi sorular, anne – babalarımız ile aramızda kurulabilecek ender diyalog zeminlerinden biriydi.
Okulda, sınıfa gelen müfettiş benzer konuları açar, sınıf öğretmeni onun arkasına geçerek, vermemiz gereken cevabı kaş – göz işaretleri ya da mimiklerle bize sufle ederdi adeta. Ebette en olunası meslekler doktorluk, avukatlık, öğretmenlik, mühendislikti. Zaten bunun dışındaki meslekler de, sanki varılması gereken / beklenen hedeflerin içinde yer almıyorlardı. Ancak illa ki “okuyup, büyüyeceğim ve aileme, ülkeme faydalı bir insan olacağım” misyonu, bu popüler mesleklerle birlikte anılması gereken bir kalıptı, bir “olmazsa olmaz” idi.
Üzerinden yıllar geçti. Şimdi tüm yaşıtlarım - kendilerine göre az ya da çok - “ailelerine ve ülkelerine faydalı” oluyorlardır diye umuyorum. Ne de olsa, bu bizim yaş kuşağımızın yabana atılamaz, kenara bırakılamaz düsturuydu.
Ancak kimi akranım var ki, onları anlamam mümkün değil. Ailesine ve insanlığa iyi şeyler yapma görevi daha mini mini yaşlarda omuzlarına yüklenmiş biri olarak ben, politikacıları ve onların uzantılarını – muhtemelen aynı okuldan gelmediğimiz için – anlamakta çok zorluk çekiyorum. Siyasi çizgisi ve düşüncesi ne olursa olsun, siyasetin kendisine tattırdığı çekici etkiye hangi oranda maruz kalırsa kalsın, bu insanların olaylara yaklaşmaktaki maharetleri beynimi gitgide meşgul ediyor.
Örneğin, daha önce “Gezi olaylarını Yahudi diasporası” ile ilişkilendiren siyasetçimize ilaveten, bir başka siyasetçimiz geçen hafta “Hıristiyanlığı ve Museviliği tasvip etmediğini” söylemiş. Bunu sokaktaki adam söylese hadi neyse… Bunu yetkili konumda, insanları ardından sürükleyebilecek bir güce sahip siyasetçi söylerse, işin tadı kaçmaz, rengi değişmez mi? Ya da bir başkası “…olmasaydı adınız Dimitri ya da Yorgo olurdu,” derken neyi kasteder? Daha başka bir deyişle, bu siyasetçiler söylemek istediklerini, sözcükleri daha dikkatle kullanarak söyleseler ne olur? İfade etmek istediklerini bunun gibi üzücü referanslarla anlatma yolunu seçmeseler, toplum onları anlamaz mı?
Anlar elbette. Burada mesele seçim sürecine girilen şu günlerde popüler yaklaşımlara olabildiğince dayanmak, böylece daha çok akılda kalmak, daha çok gol atmak, tribünleri daha çok dalgalandırmak, sonra da, ağızdan çıkanın getirdiği rantın kuvvetine yaslanmak… Yoksa, bu yaklaşımların muhatapları ne düşünür, ya da “Biz böyle söylersek, bizi dinleyenler örneğin ‘Hıristiyanlar ya da Museviler’ hakkında nasıl bir kanıya varırlar?” diye bir endişe onlar için yersiz, anlamsız… Elbette ki istisnalar yok değil… Ancak istisnalar kuralı bozmuyor, ne yazık ki.
Çeşitli dillerde, “ağızdan çıkan sözün kişiyi esir aldığını” anlatan bir dolu atasözü vardır. Kişinin söylediklerinden sorumlu olacağını anlatmaya çalışır ve dolayısı ile “iyi düşün, iyi tart ondan sonra konuş…” der. İnsanı uyarır... Koca koca insanların, benim akranlarımın bunu bilmiyor olmaları mümkün değil. Zaten sorun burada: Onlar bu söylemleri geliştirirken bunu çok saf bir şekilde yapıyorlar ve içindeki yanlış elementlerin ayrımında değiller. Dedikleri ile altını çizdikleri onların esas düşüncelerini oluşturuyor. Çok sıkışırlarsa da inkâr etme yoluna gidiyorlar hemen: Ben öyle söylemedim, ben bunu ifade etmek istemedim yollu açıklamalar yapıyorlar ki – bu da artık kamuoyunun alıştığı ve kesinlikle yadırgamadığı bir durum.
İşin geldiği nokta şöyle: Bu gibi söylemler, bu denli önemli kişiler tarafından salt siyasi beklentiler çerçevesinde yapılıyorsa, bu başlı başına bir sıkıntı, zira bizler onlar tarafından yönetiliyor, yönlendiriliyor, temsil ediliyoruz. Yok eğer ortada böylesi bir söylem yoksa ve bunlar kişilerin samimi fikirlerini yansıtıyorsa, sıkıntı kesif bir duman gibi üzerimize çöküyor demektir.
Merak ediyorum şimdi, sözleri kamuya mal olmuş bu kişiler, küçücükken, ilkokul sıralarını doldururlarken, büyüyünce ne olmak istemişlerdi.