“Nasıl bir ülkede yaşadığını bileceksin!” ....Bana seneler boyu söylediğin bu sözün anlamını büyüdükçe daha iyi anlıyorum baba.
“Nasıl bir ülkede yaşadığını bileceksin!” Bana seneler boyu söylediğin bu sözün anlamını büyüdükçe daha iyi anlıyorum baba… Türkiye bir anda zengin olup bir anda tüm varlığınızı kaybedebileceğiniz farklı bir ülke. Okuduğum her romanda, şahit olduğum her olayda seni bir kez daha hatırlıyorum. Bugüne kadar kaç tür tarihsel yalanla, masallarla kuşatıldığımızı düşünüyorum. Küçükken anlattığın mübadele anılarını dinlerken hep “Aman baba, öyle şey olur mu hiç,” derdim. Şimdi ise Ahmet Ümit, Mario Levi gibi yazarların satırlarında kendi hikâyelerimizi okudukça “Eşit vatandaş olma şansımız hiç olmayacak mı?” demek geliyor içimden. 1964 yılının mart ayıydı. Büyükbabamın Yunan tebaası, Yunanistan’ın Komotini şehrinden göçle gelmiş olması, Yahudi kimliğinin üstüne başımıza ikinci bir bela daha açmıştı. Binlerce Rum sınır dışı edilirken, ne yapıp etmiş, hem fabrikayı hem de ailemizi bu topraklarda tutmayı başarmıştınız. Hayat boyu büyük bir gururla, “Oğlum büyükbaban Rum tebaasından Türk tebaasına geçen az insandan biridir,” diye söylemiştin. Varoluşsal hiçbir kaygı hissetmediğim çocuk yaşlarımda, bir gecede varlık ile yokluk arasında giden o ince çizgide neler yaşadığınızı anlayamamıştım maalesef. Kim bilir kaç dostunuz, arkadaşınız birbirimize kırdırıldığımız resmi yalanların kurbanı olmuştu? İşçilerin fabrikanın kapısına dayandığı bir gün elinize Türk bayrağını alıp fabrikanın duvarına asmıştınız. Koşullar bir anda değişebilirdi. Atatürk’ün Selanik’teki evini bombalayanlardan biri olabilir, ülke keder içindeyken zevk-i sefa sürmekle de suçlanabilirdiniz. Ne olursa olsun, paranın her şeye yetmediğini, aileden alınan kültürün her daim ışık tutacağını da sizden öğrenmiştim. Annemle elimden tutup Beyoğlu Hacı Salih lokantasına götürdüğünüz öğle yemeklerinde “Şu binalara bir bak oğlum, kimler otururdu bir zamanlar, bu ülkede sana hiçbir şey garanti değil!” derdin. Pilav üstü az kuru fasulyeyi sevmek neden yetmezdi baba, ayrı kültürlerden de olsak aynı duyguları yaşıyoruz demeye? Ya başımıza bir felâket daha gelirse diye sesimizi çıkarmadan neleri feda etmiştik bugüne kadar?
Günümüzden 50-60 sene evvel olan olayların son yıllarda tekrardan gündeme getirilmesi, yazarlarımızın satır aralarından bizlere duyurmak istedikleri ortak bir ses, yanı başımızdakine sağır olmamamız için bir feryat belki de… Bırakın etrafımızda olup bitenleri, aramızdan tıpkı gökyüzünden kayan yıldızlar gibi sessizce gidenleri bile zor hatırlayabiliyoruz. Şu son birkaç yılda kaç aile varlığını kaybetti, farklı bir ülkeye göç etmek zorunda kaldı kim bilir? Haksızlıklara karşı sesimizi çıkaramadığımız bir dönemde yaşıyoruz, ta ki bir gün birileri yaşananları inceleyip, özür dileme ihtiyacını hissedene dek. Bu düzen içinde yolunu bulup köşeyi dönenleri en ön sırada alkışlıyoruz. Gücü, iktidarı hisseden bir evvelkinin bıraktıklarını, değer yargılarını aynı şiddetle yok etmeye hazır. Dışlanmak, hedef gösterilmek, hayatta kalabilmek korkusu ne bir kınamaya ne de bu karışık coğrafyada yaşananları farklı gözlerle okumamıza izin veriyor. Perdeleri aralayan tek bir cümle, tarihin ezberini bozduğu an “Yahudi” ile başlayan sıfatlarla kurulan hedef sözcükleri dur durak bilmiyor. Yüzyıllardır yaşadığımız topraklarda bu vatanın ana unsurlarından biri olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyoruz. Gün geliyor, iki kültür arasındaki nefreti engelleme, biraz olsun tanıma ve diyalog amacını güden gazetemiz bile “İsrail uşağı” damgasını yiyebiliyor. Dışlanma duygusu tek bir kültüre özgü de değil; sokaklarımızda, tatlarımızda alışkanlıklarımızda gün be gün bunu hissediyoruz. Sermayenin hızla el değişimi ve bir anda parlayan “yeni zengin” kesim alışık olmadığımız bir hızla değerlerimizi yok ediyor. Değişimin sesi, şehrin göbeği İstiklâl Caddesi’nden kendini hissettiriyor. Bir düşünsenize Avrupa’nın her ülkesinde özenle korunan, tarihi lokantalarımızın kaçı bu düzende ayakta kalabildi? Ağa Camii’nin sokağındaki Ağa Lokantası, bir zamanların Hacı Salih’i, Beyoğlu’nun simgelerinden Hacı Baba tıpkı gerçek İstanbullu müdavimleri gibi göç halindeler. Geriye bol soslu ıslak hamburgerli, Sezar salatalı, bir düzine kebaplı her şekle girebilen bizden olmayan bir mutfak kültürü yerini aldı. Peki ya insanlarımız? Son zamanlarda hiç Suriyeli bir mülteci ile karşılaştınız mı? Yoksa sizin de yolunuzu kesip acı dolu bakan gözlerle para mı istedi? Bir umutla, can havliyle geldikleri bu ülkede onlara nasıl bir hayat sunabildik? Biz onlara vatanımızı açtık derken, onlar bizi nasıl hatırlayacaklar?
Şehrin farklı sokaklarında, bazen bir ressamın tuvalinde, bazen bir sokak sanatçısının ezgilerinde sessiz bir isyanı hissediyorum. Herkes “Buradayım” deme telaşı içerisinde. İstediğimiz kadar dini inancım zayıf ya da siyasal herhangi bir ideolojim yok deyin, her türlü azınlık olarak yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Toplumsal hafızamız baskın düzende gösterilen kalıplara göre hizalanırken, aydınlığa kavuşmanın tek yolu yanı başımızdakilerin ruh halini anlamakla mümkün oluyor. Bazen beraberce yenilen bir pilav üstü kuru fasulye, içilen bir acı kahve değerlerimiz yok edilse bile “Birlikte yaşama” kültürümüzün yitirilemeyeceğini tüm eski dostlara gösteriyor. Umut, motivasyon, empati ve “seni anlıyorum” demeye ihtiyacımız var. Sanatımız, müziğimiz, ortak lezzetlerimiz hislerimizi anlamada en önemli tercüman. Asıl ihtiyacımız olan ise tarihimizi, acılarımızı, duygularımızı bilen ve her iki kesime de eşit durabilecek bir liderlik. Ortak şarkılarımızı söylemenin vakti çoktan gelmedi mi sizce? “Yazabilirim, sorabilirim, gönlümce konuşabilirim. İstersem susabilirim. Hürriyet benim!”.