Sebeb-i hayatımın isteği üzerine, onca saat uçmuşuz, hemen dönecek, bu yazı serisini hemen bitirecek halimiz yok. Muhtelif ortamlarda karşılıklı görüştüğümüzde verdiğiniz “fid-bek”lerden, Çin’de olmaktan memnun olduğunuzu da anlamaktayım, o zaman; ‘de-baldes’ gezmeye devam... Hani bu seri bittiğinde gitmiş kadar olduk diyeceksiniz. Aslında çekmiş olduğum 3000’i aşkın fotonun editini bitirip bir de yayınlayabilsem...
Şan-gai’daki gezintimizde, olmazsa olmazımızı gerçekleştirdik. Tüm dünyadaki Yahudi nüfusu iki elin ve de bir ayağın parmaklarının toplamının milyon ile çarpımından az bir sayıda iken, dünyanın her yerinde birkaç on kişi veya birkaç yüz kişi kalmış, “yok olmaya direnen” küçük topluluklara rastlamak enteresan... İşte bu enteresanlığın çekiciliği ile Çin’de bir sinagog ziyareti gerçekleştirdik. O kadar Budist tapınağının ziyaretinden sonra kendimizi kalibre etmek açısından iyi de oldu. Sinagogda, bildiğiniz gibi, kadınlar üst balkonda, aşağıda ehal, sanırsın Kuzguncuk kalındasın. Tabii ki nüfusun azlığına paralel mekân da küçük; en üst katta müzemsi bir yer. Arkada küçük küçük binalar var; unutma- unutturma bölümü, eski eşyalar, fotoğraflar filan...
Rehberimizden aldığımız bilgilere dayanarak aktarıyorum, Yahudiler Çin’e ilk defa İpek Yolu zamanında gelmişler, yerleşmişler ve ticaret ile uğraşmışlar. Buralara yerleşik bir düzenle uzun yıllar yaşamışlar. Gel zaman git zaman İpek Yolu filan kalamayınca, yeni nesiller buralarda kalmamışlar... Ancak ne gariptir ki; bugün “çekik gözlü” Budist inanca sahip bazı Çinlilerin evlerine girerken ellerini pervaza sürüp öptükleri, cuma güneş batmadan mum yaktıkları gözlenmiş. İlgilenenler sormuş; “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye. Aldıkları cevap geleneklerin, bilmeden nesilden nesile bu güne kadar sürdürüldüğünün bir işareti: “Biz, atalarımızdan böyle gördük, uygulamaya devam ediyoruz” Streync! izint it?
İpek Yolu filan kalmadı ama ipek var, biz de buradayız! Ne yani? Çin’e kadar gelip de bir ipek yorgan almadan mı döneceğiz. “Horör muvi.” Hiç dönmem, buralarda kalırım daha iyi. Hem atalarımız değil miymiş bu işin ticaretini yapanlar? Biz geleneklerimizi sürdürmeyelim mi yani? Kopartalım mı zincirin halkalarını?
Buralarda en ‘doğrusu’, daha doğrusu en ‘güvenilir’ olanı; alışverişi devlete ait olan mağazalardan yapmakmış. İrikıyım bir devlet mağazasının kapısında iniyoruz. Herkes ısınma hareketlerinde, birazdan ‘talan’ başlayacak... Giriyoruz içeri; kapıda bizleri (şaşılacak bir şey) İngilizce bilen hostes kılıklı bayanlar karşılıyor. Her saat, her gün, her hafta, her yıl ve yıllarca aynı şeyleri tekrar etmekten ‘hafif’ usanmış bir şekilde, ipek böceği kurtçuğunun bilinen evrelerini fotoğraflar ile ve gerçek kozalar ile bir güzel anlatıyor. Derken bir kapıdan daha geçiyoruz; yastık, yorgan, yatak örtüsü, ne aramazsan var. Dışarıda ipek böceğinin kozaya kadar olan macerasını tamamlar nitelikte, içeride; tam ki yorganlara kavuşmaya beş kala; kozadan nasıl yorgana dönüştüğü, uygulamalar ile anlatılıyor. Sabır sabır yaaaa sabır. Anlatım sonrasında ‘saldırı’ başlıyor. Yorganlar kilo ile yastıklar tane işi, duvarda bir liste; fiyatlar yazıyor. Bundan iki tane şundan dört tane... Yok yetmez bizim çocuklara da alalım; “centilmen, soriiiy tu pisis wan en e half kilo,” “mor piliiiz... and 4 mor pillow.” “Ne dersin? koswegronun kızına da alalım mı?” Tezgâhtarlar memnun, alanlar memnun “win-win” bir durum yani. İyi de bu kadar hacimli ‘yorgan’dı ‘yastık’tı neremize sıkıştıracağız. No prob; vakumluyorlar, nispeten valize girer bir boyuta kavuşuyor... Gece rüyamda kendimi valiz satın alırken görüyorum. Hayırdır inşallah. Deja vü hazırlığı galiba? Ne demek ola ki acep?
İpek yorgan kuşatmasını başarı ile tamamladıktan sonra, sebeb-i hayatım alışkanlığını kaybetmesin ve istediği kısa uçuş gerçekleşsin diye ‘Ksian veya Çiyan’ olarak kulağımda yer eden ‘Xian’a uçuyoruz. Pek tabii ki sebeb-i hayatımın ‘börlington’ marka, bir zamanlar siyah renkteki uçuş garantili ti-şörtü tüm yolcu ve personelin emniyeti açısından giyilmiş vaziyette. İçimiz rahat; kuş misali uçuyoruz...
Ksiyan, İpek Yolu’nun en önemli merkezlerinden biriymiş bir zamanlar, yine aynı zamanlar 11 Çin hanedanına ev sahipliği yapmış, ‘möhem’ bir bölge. Ancak 21. yüzyılda Ksiyan’ın dolup taşmasının başka bir sebebi var; Terra Cotta savaşçıları. Çin’e seyahati planlarken, en önemli ziyaret yerlerinden biri olarak planlanan bu etap, hayalimde canlandırdığımdan farklı olarak gerçekleşti. Terra Cotta askerlerinin yanında durup ve dahi bir tanesinin omuzuna elimi koyup fotoğraf çekebileceğimi, 6000 heykel askerin arasında ‘promenad’ yapacağımı ve dahi istediğim açıdan fotoğraflayabileceğimi hayal etmiştim. İyi ki hayalini kurmuşum. Hiç olmazsa orada istediğim gibi görmek nasip oldu. Ziyaret günü, hesapta olmayan bir şekilde yağmur yağıyor. Ayrıca Çin’in iç turizmi durmuş, durmuş bizi beklemişti oraya gelmek için. Biz ise “bir tek bizim aklımıza gelmiştir,” oraya gitmek diye düşünmekteydik; yanılmışız. Ezeli rekabet maçlarını aratmayan mahşeri bir kalabalık ve kuyruk... Olsun, dünyanın 8. harikasını göreceğiz, o kadar kolay olmamalı değil mi? Neyse ‘harala gürele’ içeriye girdik. Bir futbol sahası büyüklüğünde kapalı bir mekânın çepe-çevresinde ziyaretçilere ayrılmış geniş bir koridor, metal bir çit ile askerleri korumaya almış sınırlandırılmış. Ok, normal… bazılarının heykellerin omuzuna ellerini dayamak sureti ile fotoğraf çekmeleri ve hatta çakı ile 2000 senelik heykellerin üzerine “çing çong - ping pong u seviyor” şeklinde yapılabilecek ‘abuk’ tahribatların önüne geçilmiş... İyi güzel, kabul... Çepeçevre koridorda yaklaşık 10 insan kalınlığında bir duvar var, aşabilirsek askerleri görebilirsin. İyi de ‘bi fotoğraf’ çekmek gerek. Hani klasik olarak; önde siz, arkada Terra Cotta askerleri, torunumun Bar Mitsva barkovizyonunda “oraya da gittim, buraya da” Eyfel’li, pizkule’li, bir de Terra Cotta’lı fotoğrafım olmasın mı?
Yine biraz bilgi: askerlerin öyle capcanlı, tek parça olarak bulunduklarını sanmayın, hepsi toprağa gömülmüş, 2000 senenin vardığı doğal yorgunluk ile kırık dökük bir yığın halindeler. Hiç biri birbirinin benzeri olmayan ve farklı boyuttaki askerlerden bir tanesinin toparlanıp yeniden ayakta duran bir heykel haline gelmesi altı ay sürüyormuş. Zaten görüyorsunuz, kazı alanının kenarında topraktan çıkan bir ‘dirsek’, az yukarısında aynı vücuda ait olduğunu tahmin edebileceğiniz bir kafa, bir at: kuyruğu ve ayakları dışarıda, ön kısmı kurtarılmayı bekliyor... Hanedanın mezarının yeri üç aşağı beş yukarı biliniyor ama daha orayı kazmamışlar. İğneyle kuyu kazmak dedikleri bu olsa gerek. 6000 asker; bunun sadece birkaç yüz tanesi ortalıkta, bakım altında anlayacağınız daha çoook iş var.
Şimdi geldik finale. Geçen hafta öğrencilerin verdiğim kelimeyi ezberleyememişler. Dersi kaçıranlar veya geçen haftaki Şalom’u okumayanlar için tekrar edelim: “Wo hui shuo yi bianr han yu (wohuişovibianrhanyu...)” okuyup söyleyebilene biraz Çince biliyorum demek. Bu haftaki ödevimiz daha kolay. Teşekkür ederim: Xiexie (şie-şie) ve “birşey değil” Bu ke qi (bukeçi). Bunlar sınavda kesin gelir, demedi demeyin,
Fotoğraf? Çektiim, çektiim hem de birinin değil ikisinin omuzuna kol atarak. Tam çıkarken bir oda var. Oraya ‘feyk’ heykelleri koymuşlar. Hatırlamıyorum ama cüzi bir para karşılığında; ister sarıl, ister kucağına otur. Hayallerim gerçek oldu bim-bam-booom... Şimdi bakalım ‘valiz’ rüyası nasıl sonuçlanacak? Rüya vizyona girene kadar;
Sevgiyle kalın.