“Çocuklar başlangıçta ana babalarını severler, büyüdükçe yargılarlar ve kimileyin bağışlarlar.” Ana babalar için ne zordur, Oscar Wilde’ın sözlerini kabullenmek. Onlar da çocuktu bir zamanlar, bilirler: Di’li geçmiş zaman, “Ben de çocuktum” cümlesinde en acımsı tadıyla uğuldar. Papatyaydım, kelebektim, kırmızı bir mızıkaydım demektir bu.
Papatya koparılır, kelebek kurutulur, mızıka kaybolur. Dorian Gray’in yüzünde ilk çizgiler oluşur, hayatın ve ölümün izleri, ilk lekeler. Bunların gizlenebildiği zannedilir, aynada hiçbir değişim ayırt edilemez uzun süre. Yalnızca geceleri, o da bazı geceler, kalbi bir an için sıkıştıran o soru: Ben aslında kimim?... Masum mu, suçlu mu?.. Mutlu muyum, mutsuz mu?.. Gaddarlıkların, ayıpların, kusurların yükünü taşıyacak bir portre gerekir herkese, kalbin kilitli odalarında saklanması zorunlu bir portre: Dorian Gray’in Portresi. Sonsuz haz ve ölümsüz güzellik uğruna ruhunu şeytana satan insanın gerçek yüzü!
“Başkaları alır diye korkmasak çoktan atacağımız bir sürü şey var.” Âşıklar için ne zordur, Oscar Wilde’ın sözlerini kabullenmek. Aşkın trajedilerini, vefasızlık ederek ya da vefasızlığa uğrayarak öğreneceklerdir, bunu bilmezler henüz. “Dünyanın büyük günahları beyinde, yalnızca beyinde oluşur,” bunu da…
“Kadınlar bizde başyapıtlar yaratma isteği uyandırırlar, sonra da her seferinde bunu engellerler.” Erkekler için ne zordur, Oscar Wilde’ın sözlerini kabullenmek. Oysa, ne aramaktalarsa onu bulan kendi ruhlarında bir göz açılmıştır ki, olağanüstü güzellikler ancak o göze gözükür. Erkekler hep biraz çocuk kalırlar.
“Genç kalmanın gizi, yüze yakışmayan duygulardan uzak durmaktır.” Kadınlar için ne zordur, Oscar Wilde’ın sözlerini kabullenmek. Küçücükken öğrenirler saklıyı gizliyi. Hep genç, güzel, çekici kalmak isteseler de, yüze yakışmayacağı söylenen duygularla dolup taşar kalpleri. Ev, mahalle, koca baskılarının altında kıvrandıkça vahşileşen duyuları kabarıp taşar umulmadık anlarda. Göz kenarlarını belli belirsiz kırıştıran baştan çıkarıcı tebessümü yok edemez, dudaklarında gizli bir gece buluşmasından kalma ametist morunu okşarlar ürpererek. Onlar da yaşlanırlar.
“Vicdanın ne olduğunu biliyorum artık. Benliğimizin en tanrısal yanı.” Bir baba çıkar, haykırır: “Oğlun emniyette, işkence görüyor dediler. Yüzünün şiştiğini, gözünün morardığını, işkencenin devam ettiğini duyuyorum. Oğlumu koruyamıyorum, yanında olmamı ne kadar istediğini hissedebiliyorum ama hiçbir şey yapamıyorum. Bu acıyı duyabiliyor musunuz?” Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, ulusal çıkarlar, silah sanayileri, nükleer santraller, kamu ihaleleri, hazine arazileri dururken politikacılar için ne zordur, Oscar Wilde’ın sözlerini kabullenmek, bir babayı duyabilmek.
“Çoğu kişiler, yaşamın düz yazısına aşırı yatırım yapmak yüzünden iflas ederler. Şiir yüzünden batmak bir onurdur…” Şairler anlarlar Oscar Wilde’ı; portreleriyle yüzleri bir olmasa da, maskeli baloya katılamayacak denli yalansızdır onlar, bilirler: “Sıradan bir bahçıvanın bir gülle kol kola yürümesi gibi”dir hayat. Gülü incitmeden menzile varabilen sıra dışı birkaç bahçıvan, hepimizin asli sahibi olan toprağa karıştığında, güllerinin kokusu sonsuza dek duyulur olacaktır. Çünkü “herkes ne zaman ölür / elbet gülünün solduğu akşam.”