Her akşam paket halinde sunulan haberleri izleyen birçok kişi kimi zaman savaş meydanından, kimi zaman en soğuk yerden titreyerek, bombalardan kaçınarak konuşmaya çalışan muhabirleri fark eder. Oysa bunlar sadece görebildiklerimizdir. Ajanslara düşen sıcak gelişmeleri elimizin altında bulunan cep telefonlarından an be an takip edebilme lüksümüz olsa da bir basın mensubunun çektiği çileyi gündelik hayatımız çerçevesinde fark etmemiz pek de mümkün değil. Zaman kavramını hayatlarından çıkararak kimi durumlarda günlerce uyumadan çalışan, birçok kez hayatlarını hiçe sayarak haber ulaştırma tutkusu içinde olayın en yakınına kadar giden; bu da yetmezmiş gibi eğer kazasız belasız ortamdan ayrılabilirse yaptığı habere burun kıvırıp gerçekleri görmezden gelen ana akım medya sözcüleriyle cebelleşen basın mensuplarının aklındaki birincil endişe, vatandaşa doğruları ulaştırabilmek. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu tarafından belirtilen mesleğin etik ilkeleri şu şekilde yer alır: Gazeteci hiçbir çıkar çatışmasının içinde yer almamalıdır. Gazeteci savunuculuk yapamaz, aksi takdirde gerçeklerden ve bağlamdan uzaklaşır ve gerçekleri çarpıtır. Gazeteci, siyasi iktidarlar veya başka güç odaklarının her türlü müdahalesinden kendini uzak tutmalıdır. Gazeteci herhangi bir siyasi etkinlikte taraf olamaz.
İlk bakışta kolay geliyor, ancak faili meçhul cinayetlerin diz boyu olduğu dünyada tek bir amaç için ‘kim vurduya giden’ öyle çok kişi var ki… Bizim gördüklerimizin ötesinde, ortalama 50 bin Lira’cık olan ve kanalın üzerine zimmetlediği kamerasını canından öte sayıp ona zarar gelmesin diye bin bir şekle girerek korumaya çalışan kameramanlar, fotoğraf makinesini bedeninin bir parçası haline getiren gazeteciler her gün, her an görevlerinin başında oluyorlar. Dolayısıyla her şey olup biterken kimi zaman halk, kimi zaman polis güçlerince rahatsızlık veren bir sinek gibi görülüp ilk darbeyi de onlar alıyor; bundan 18 yıl önce, 8 Ocak 1996 tarihinde Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek üzere Alibeyköy’e giden, ancak sarı basın kartı olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmayan 28 yaşındaki gazetecinin başına gelenler gibi… Haberi izlemekte ısrar edince gözaltına alınan yüzlerce insanla beraber Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürülen ve polislerce dövülerek öldürülen Metin Göktepe gibi…
6 Şubat 1997’de başlayan dava sürecinde duruşmayı 200’e yakın yerli / yabancı basın mensubu izledi; davaya müdahil olan 350’den fazla avukatın yanında. Elbette ki müdahil avukatlar bir yılı bulan süre içerisinde çeşitli engellemeler, yıldırmalarla karşılaştı. 1999 yılında kasten adam öldürmek suçundan, baklava çalan çocuktan daha az hapis ve komik para cezalarına çarptırılan failler 19 Aralık 2007’de yürürlüğe giren Şartlı Tahliye ve Ceza Erteleme Yasası kapsamında bırakıldılar. Göktepe’nin ailesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvursa da, sorumlu polislerin yargılanıp cezalandırıldığı ve devletin de tazminat ödediği gerekçesiyle reddedildiler. Defalarca kendime sordum; suçlu kim? Emir alan ve görevini yapmak zorunda bırakılan polis mi, emri veren kişi veya kişiler mi, yoksa mesleğinin gereğini yerine getirme amacıyla olay yerine giden Göktepe mi? Habercilik mesleğinde “sözün bittiği an” tabiri sıkça geçer ve Bermuda Şeytan Üçgeni’nden oluşan bu soru da kaos ortamlarının yaşandığı zamanlarda vurgulanır. Metin Göktepe ve daha nice faili meçhul olayları da sözlerin bittiği ve insanın vicdanıyla baş başa bırakıldığı mühürlü sorulardan…