Yılbaşına birkaç gün kala işten eve döndüğüm rutin günlerden biriydi. Aileme bu kadar zaman ayıramıyorum ama İstanbul çevreyolu ile günde yaklaşık 4 saatlik mutlu ve dahi mecburi bir beraberliğim var. Ehliyet imtihanına giren herkes bilir. Ders kitabının 1. maddesi der ki; “trafik, insanların, hayvanların ve trafikteki araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketlerine verilen isimdir.” Ben ve dahi aracım karayolları üzerinde herhangi bir ‘harekette’ bulunmadığımız için trafik sıkışıklığında asla değiliz. Trafikteki durma noktasında beklemekten sıkılmama, gerilmeme, stres olmama bir gerekçe de kalmıyor bu durumda. Kıpırdamayan arabamda oturmuş radyodan yılbaşı dolayısı ile tatlı tatlı yayılan “cingilbels, cingilbellls” cingilari ile yumuşamış bir kıvamdayım. Hayalimde kırmızı bir palto giymişim, gökyüzünde altı geyiğin çektiği bir kızağın arka koltuğunda hızla eve doğru yol alıyorum. Yüzümde saçma sapan bir mutluluk tebessümü ile Mahmutbey gişelerin üzerinden uçarak geçiyorum. Hayal bu ya, tam ki kısacıcık bir zamanda eve varacakken...
“Tık-tık-tık” biri kibarlık sınırlarını aşan bir ısrar ve tempoda arabanım camına vuruyor. Yüzümdeki aptal gülümseme, lanet bir maske ile aniden yer değiştiriyor. “Tık-tık-tık…” Bir daha. Dönüp bakıyorum cama; arabanın penceresini kaplayan iri kıyım bir adam, “Abi verim mi...?” O da ne? Ne veriyorsun? Kim istedi? Seni çağıran mı oldu? Bakıyorum ne satıyor diye… Anaaaa, o da ne! Gördüğüme inanmayıp ‘tavuk misali’ bir de öbür gözümle bir daha bakıyorum. “Ok ve yay,” her eve lazım. Elimi kafama götürüyorum; acaba kafama tüy filan mı diktim diye. Hani deminki geyikli hayal yerine Kızılderili olmuş da atla mı eve gidiyordum acaba? Ok ve yay! Satıcı ısrarkar; “Tık-tık-tık... Veriim mi abi” Şeytan diyor, in arabadan, al o okları...
Aslında çevreyolu ekonomisine gayet bilem alışığım, değirmende değil, bu yollarda ağrıttım bu saçları. Simit, muz, fındık, su, keten helva, bilumum telefon şarjları, kürklü çocuk yeleği, piyango bileti, çiçek ve saire, bunları gayet bile aşinayım. Ama abi, ok! Bu ne yaaa... Ankara Kuğulu Park misali şimdi de Noel Baba’nın geyikleri, ‘yenilebilir masalsı hayvanlar’ kategorisine mi girdi acaba? Der misiniz, “Taş düşebilii, ayu çikabiluuu” tabelası vardı da ben mi görmedim? Güler misin, ağlar mısın? Çevreyolu okçularını geride bırakıp kızaklı geyikli hayalime geri dönmeye çalışıyorum ama nafile. Zaten trafikte olmadığım için arabam ilerlemiyor. Hem ya okla vururlarsa geyiklerimi...
Zaman geçti. Bir kez daha ‘hom swit hom’ evime vardım. Zaman geçti, bir kez daha koskoca bir yılı daha geride bıraktık. Her bir bitiş, yeni bir başlangıç. Hep umuda açılan ümitleri beraberinde getirir... Her sene “iyi seneler” demez miyiz saat tam 12’de birbirimizi öperken. Bu sene de yılbaşı televizyonlarda gördüğüm kadarı ile tüm dünyada, tüm coğrafyalarda, din-dil-ırk ve sair konulardan çok öteye evrensel ve 10-9-8...3-2-1 paranoyası ve tonlarca havai fişek gösterilerinin muazzam etkileyici gösterisi ile kutlandı. Ben de tüm dünya ile aynı anda, gece yarısında, dostlarımla birlikte Lizbon’da yeni yılı idrak ettim. Neyse uzatamıyorum; malum, yerimiz dar, kelimeler kısıtlı konuya girelim. Öz-yılbaşımızdan sonra, olsa 5774’ten geriye kalan zaman diliminin sağlık, mutluluk ve neşe içinde başarılarınızla dolu olarak geçmesi dileği ile... (Anladınız siz onu) Hepinize iyi seneler.
Hayır, ayağımın tozu ile peşin Portekiz’den bahsetmeye başlamayacağım. Sadece Avrupa’ya ilk ‘tatlı’ portakalın ‘Portügal’dan gelmesi sebebi ile portügal-portügal diye diye portakal olarak dilimize girdiği konusu ile bir girizgâh yapıp keskin bir dönüş ile yeniden Çin’e döneceğiz.
Son olarak Çin Seddi’nden bahsetmiştik. Heybetinden, ihtişamından ve uzaydan gözükmediğinden. Şimdi, Çin Seddi’nden daha önemli bir konudan bahsetmek istiyorum: Uniklo. Şimdilik ne 21. yüzyıl harikaları arasına girebildi, ne de Unesko koruma programı altına alındı. Ancak her ikisine de aday.
Efendim Çin’e gittiğimiz ilk günden beri birlikte olduğum dostlar ve ne yalan söyleyeyim, ben, alışveriş konusunda biraz geri kaldığımızı, Çin’e kadar gelmişken ‘feyk’ market olsun, ‘pörl’ market olsun, ne biliiim hiç mi bir şey almadan dönecektik? Mümkün müydü böyle bir şey? Tabii ki mümkün değildi. Dostlar ile düşündük taşındık, oy birliği ile karar verdik. Artık fedakârlık zamanı gelmişti. ‘Dünya kültür mirası’ olarak tanımlanan bazı yerleri içimiz kan ağlasa da görmeyecektik. Onun yerine ‘Uniklo’ müzesine gidecektik. Bu cesur kararımızı herkese açıkladık. Büyük bir memnuniyet ve mutlulukla karşılandı. Ertesi gün programına alarak ‘erken’ kalkmaktan mustarip dostlarımızı daha da erken kaldırıp Uniklo müzesinin önünde kuyruğa girdik. Görmeliydiniz... Buna benzer bir taarruzu son olarak Yunanistan’ın ‘Parmeciani’ müzesinde yaşamıştık. Tezgâhtaki tüm parmezanlar bitince sakinleşip saflarımıza geri çekilebilmiştik. Kızıma, gelinime, torunuma, damada, anneme, babama, Tant Ester’e, Onkl Vitali’ye, kendime, karıma, abime, mavisinden, siyahından, kırmızısından derken... Çinlilerin şaşkın bakışları altında, ellerde torbalar, torbalar, torbalar... müzeden(!) ayrıldık.
Bugünlerde sokaklarda, bizim ‘muflonlu’ dediğimiz anoraklardan giymiş bir grup gördüyseniz, onlar Çin’e gelenlerdendir. Onların yanına gidip de “doşhatin?” diye (Çincede bir kelime daha: fiyatı ne kadar?) sorduğunuzda “çiper’den water” diyebilecektir.
Sevgiyle kalın...