Ruşen AKTAŞ
Yola çıkmak büyük bir karar. Dünyayı eviniz bellemiş olmanız yolculuğu daha az anlamlı ya da sürprizli kılmaz. Aynı şekilde size ait bir kentten yine size ait başka bir kente göçmeniz de o yolculuğun büyüsünü bozmaz. Herkes gibi benim de kişisel tarihimde belirgin olan kentler var, bunların başında da Londra ve İstanbul geliyor. Beş yıllık İstanbul yaşantısının ardından yeniden Londra’da yaşama kararı almam birçok nedenle sürpriz değildi elbet. Ama nasıl ki İstanbul’da yaşarken Londra’yı arkamda bırakmadıysam burada da İstanbul’a sırtımı dönmeyeceğim elbet.
Ne var ki İstanbul bize sırtını dönmüş gitmiş gibi. Sürekli içinde yaşarken farkına varamadığımız ya da varıp da korkunçluk derecesini kavrayamadığımız durumlar biraz daha net görülebiliyor belli bir mesafeden. Beton ve tuğla ile ‘onarılan’ antik kent duvarları, tamamen betonlaşmış Taksim ve İstiklal Caddesi fotoğraflarına bakarken bildiğim sevdiğim İstanbul’un yıkılmış bir cennet gibi ardında belirsiz izler bırakarak gittiğini düşündüm.
Bunun üstüne Phaselis’ten gelen haberler ülke gerçeğinin İstanbul’la sınırlı olmadığını anımsattı. Yanı başına otel kurulacakmış. Proje sahipleri fazlasıyla güçlü isimler olduğu için bu projeden dönüş olabilir bile diyemiyorum.
Yeni Türkiye’de ecdad, miras sözcükleri gündelik siyaset dilinin en popüler sözcükleri iken sadece bize değil dünyanın geri kalanına da ait olan bu ortak kültür miraslarının başına gelenler içinden geçmekte olduğumuz dönemin ironisi aynı zamanda.
Türkiye’de yaşananları normal bir ülkede yaşanabileceklerle kıyaslamak konuyu iyice anlaşılmaz kılmaktan başka bir işe yaramıyor. Ülkenin bir kültür politikası olmamasını eleştirmek 6 ay önce anlamlı bir çaba imiş, bugün en temel kavramları tartışır durumdayız. Oysaki Londra’da yaşadığım mahallemde ki irili ufaklı 10 kadar kitabevini yazmak istiyordum. İstanbul’da ki eski mahallemde ilk taşındığım zaman güzel bir kitabevi vardı, bir sabah uyandığımda yerinde yoktu. Birkaç hafta sonra mekân lokanta olarak yeniden açılmıştı. Üstelik İstanbul’daki mahallem özellikle de kentin entelektüel sınıflarının ikamet ettiği düşünülen bir mahalle idi. Kitabevi olmayan bir okur, yazar, yönetmen, oyuncu mahallesi.
Bugün içinden geçilmekte olan sürecin nereden, kimden, hangi ecdaddan miras kaldığını büyüklerimiz bize söyleyeceklerdir elbet. Ama benim anladığım tüm geçmişimiz ve o geçmişin toplam mirası içinde sadece Bizans’ın entrika geninin baskın çıkmış olduğu. Ayasofya’yı kuran gen nerede saklanıyor bilemem ama ülke olarak entrika genine teslim olduğumuz ve kendi trajedimizi bir başkasının orta oyunuymuş gibi bayılarak izlediğimiz kesin. Buradan ülkenin haline baktıkça kendimi uçuruma yuvarlanmakta olan trenden atlamayı başarmış son kişi gibi hissediyorum. Büyük bir korkuyla.