Rus piyadeleri Berlin’e doğru ilerleyiş yolunda Polonya’nın güneyindeki en büyük ölüm kampı Auschwitz’e girdiklerinde tarih 27 Ocak 1945’i gösteriyordu.
Rus piyadeleri Berlin’e doğru ilerleyiş yolunda Polonya’nın güneyindeki en büyük ölüm kampı Auschwitz’e girdiklerinde tarih 27 Ocak 1945’i gösteriyordu. Almanlar, düşman ordularının gelişinden önce burayı alelacele boşaltıp yaptıkları katliamın izlerini silmeye çalışmışlar, yaşama tutunma çabası içinde, bitap düşmüş 58.000 kişi, zorlu kış şartlarında, güneye, Almanya’ya doğru yola çıkarılmışlardı. Himmler’in emri ile başlatılan operasyonun amacı, hiçbir canlının Rusların eline geçmemesini sağlamaktı.
Aynı çaba içerisinde, Auschwitz’in birkaç kilometre uzağındaki Birkenau Kampı da havaya uçurulmuş, buradaki fırınların ele geçmesini önlemek için katliamların sıradanlaştığı bu yerler adeta tarihten silinmeye çalışılmıştı.
Rusların ortaya çıkarttıkları, yaklaşık 1,5 milyon insana mezar olan bir ölüm fabrikasıydı. Gerçi basın buna pek ilgi göstermemişti. Ancak zamanla her şey bir bir aydınlığa kavuşmuş ve Nazilerin tarihe sünger çekme girişimleri başarısızlığa uğramıştı.
“Çalışmak özgür kılar!”
Ne güzel bir felsefe? Disiplinli, fedakâr bir çalışma ile toplumların erişemeyeceği hedef yoktur. Almanlar, bu sloganı Auschwitz’in kapısına asarken nasıl bir mesaj vermek arzusundaydılar?
Wansee’de ‘Yahudisiz’ bir Avrupa için organize çalışmalara başlamışlardı, 1942’de... Bu slogan takıntı haline gelen bir arzuyu mu teyit ediyordu? Yoksa Yahudilerden ve Nasyonal Sosyalist görüşün zararlı gördüğü tüm unsurlardan kurtulma sürecini mi? Yoksa kastedilen ölümle gelen özgürlük müydü?
Her durumda, Auschwitz gerçeği ortadaydı. Geride her ne kalmışsa, elbiseler, ayakkabılar, gözlükler, bavullar, saçlar…
Elbette ki Holokost’u ve yaşananları yalnızca Auschwitz penceresinden görmek ve değerlendirmek doğru değildir. Süreç içinde yaşam hakları ellerinden alınan milyonlarca kişinin ölüm nedenleri arasında, ölüm kampları önemli bir yer tutar, ama insanlar hastalıktan, olumsuz yaşam şartlarından, soğuktan, sıcaktan da ölmüşlerdir. Kaçarken, saklanırken, cellâtlarına karşı savaşırken, isyan ederken de… Doğuda, Ukrayna’da kendilerine açtırılan toplu mezarlara da atılmışlar, makineli tüfeklerin namlularının ucunda da, ölüm mangalarının önünde de can vermişlerdir. “Tek kurşuna tek Yahudi”, gaz odaları ve ölüm kampları öncesindeki en etkin “Yahudi’den arınma” metodu idi… Tutmadı, zira beklendiği kadar ekonomik değildi…
27 Ocak – Auschwitz’in Rus orduları tarafından kurtarılışının yıl dönümü 2006 yılından bu yana BM Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma Günü olarak anlamlandırılıyor. Totaliter bir rejimin, rayından çıkmış siyasi ve sosyal bir yapının, kendisine kutsiyet atfedecek kadar ileri gitmiş, sorgulanamaz, eleştirilemez bir liderin insanlık üzerinde yarattığı travmayı anlamak, öğrenmek ve öğretmek için… Günümüz toplumlarında, insanın insana neler yapabileceği konusunda, farkındalık yaratmak için.
27 Ocak, Yom Aşoa’nın alternatifi değildir, olsa olsa tamamlayıcısı olur. Unutmamak gerekir ki, Yom Aşoa, 1953’de Knesset’in aldığı bir kararla anılmaya başlandığında, amaç yalnızca yitirilenleri anmak değildi, aynı zamanda süreç içindeki kahramanlıkları da yad etmekti. Zaten anma günü olarak Varşova Gettosu ayaklanması gününün seçilmesi de bundandı. Bu anlamda, Şoa sürecinin pasif veya değil, birçok isyana tanıklık ettiği hatırlardan çıkartılmamalıdır. Yoksa Şoa’yı doğrudan veya dolaylı yaşamışlara haksızlık etmiş olmaz mıyız?
Öylesine kolay anlaşılacak bir felaket değildir Holokost! Ne 27 Ocak’lar ne de Yom Aşoa’lar yetmez o günleri anlamaya… Dolayısı ile her gün, her fırsat, her kitap, her film, her sanat eseri, her ne ise ne, değerlendirilmelidir.