Beylerbeyi Köşkü’nden yola koyulan fayton, belirli yerlerde kendisini bekleyen askerler tarafından selamlanır. 1836’dır yıllardan ve faytonun içindeki de dönemin padişahı II. Mahmut’tur. Büyük bir telaş gözlenir Selimiye Kışlası’nda. Padişahı taşıyan faytonun gelmek üzere olduğu, bandonun çaldığı marştan anlaşılır çünkü!
Kışlanın giriş kapısında duran faytondan indirilen padişah, eller üstünde taşınır ve kendisi için hazırlanan yere konulur! Yapılan dualara, yirmi bir pare top atışının sesi de karışır. El üstünde taşınan II. Mahmut değildir elbette. Padişah geliyormuş gibi hazırlanan bu törenin önemi, ilk kez bir devlet dairesine bir padişah resminin asılıyor olmasıdır. Yobazların kışkırtmalarına aldırmayan II. Mahmut, ilkini Selimiye Kışlası’na astırttığı resimlerden hiçbirini indirtmemiş olsa da, “Gâvur Padişah”ın ölümünden sonra günah sayılan resimler çarşafa konulurcasına örtülmüşlerdir.
İstanbul duvarlarına padişah resminin ilk kez asıldığı yıl kente gelen Julia Pardoe, geceleri Süleymaniye’de kaldığı konağın yatak odasının tavanından ayıramaz gözlerini. Bunun nedenini, İngiliz kadın yazara kulak vererek öğreniyoruz:
“Tavanın üzeri resimli yelken bezi gibi bir şeyle kaplıydı. Bunun üzerinde, yağlıboya, çok yapraklı bir ağaç resmi görülüyordu. Bu, odanın önemli bir süsü olduğu için ve ayrıca da büyük bir sanat eseri sayıldığı için, cariyelerden biri, tavandaki yağlıboya bezin sıkıca tavana yapıştırılacak yerde, ince bir tahta kasnağın üzerine gerildiği için böylelikle açık pencerelerden içeri hava girdiği zaman ağaç resminin, gerçekten ağaçmış gibi sallandığını söylemekte gecikmedi.”
Yıl 1836... Beyazperde üzerindeki hareketin, yani sinemanın keşfine elli dokuz yıl varken, İstanbul’daki bir konağın tavanına gerilen bez üzerinden ilk filmin gösterime girdiğine tanık oluyoruz. Bir karelik bu filmin adı Rüzgârda Ağaç olsa da, tek izleyicisi olan Julia Pardoe, Hint yılanlarına benzettiği ağaç dallarının altında korkudan uzun süre uyuyamamıştır.
Boğaz’ın suları ayırır nice âşığı birbirinden. Ne gariptir ki, İstanbul’da yazılan aşk şiirlerinin hiçbirinde iki yakada oturan sevgililer birer ağaca benzetilmez. Ağaçların aşklarının anlatıldığı, daha doğrusu, sevgililerin birer ağaca benzetildiği kent, İzmir’dir:
Güzelyalı’da bir okaliptüs
Bir palmiyeye vurulmuş Karşıyaka’dan
Gelgelelim arada koskoca bir deniz
Ah palmiye
Ah okaliptüs
Şiirine “Bitkilerin Aşkı” adını veren Erdoğan Çokduru, edebiyatımızda çok tanınan bir şair değildir; ama onun bu dizelerinin yazıldığı bezler, İzmir’in iki yakası arasında yıllardır yaşanılan sürtüşmeyi ortadan kaldırır düşüncesiyle, körfezde gidip gelen vapurların küpeştelerine asılmıştır.
Erdoğan Çokduru’nun en sevdiği insanlardan biri olan Prof. Dr. Şadan Gökovalı, arkadaşı hakkında şu bilgiyi verir bizlere:
“Yazıya geçirmezdi şiirlerini, askerdi, çekinirdi; çünkü öldürülen bir devrimci gencin cebinden Erdoğan’ın bir şiiri çıkmış; ‘Teröristin cebinde senin şiirin ne arıyor?’ denilerek kıdem indirimi cezasına çarptırılmıştı. Dahası, anası çok istediği halde, salt bu yüzden ‘paşa’ yapmamışlardı Erdoğan’ı. Uçucu hava kıdemli albay rütbesinde iken emekli oldu.”
Şadan Gökovalı, şiirin Sinan Cemgil’in cebinde bulunduğunu anımsıyor... “Şiirin adı da” diyor, “‘Bir Adam Öldü’ olmalı...”:
Bir adam öldü
Gazatalar bile yazdı öldüğünü
Acanslar bile verdi
Ama gömülmedi
Ne bok yesin mezarcıbaşı
Nasıl örtsün toprağını
Adam hababam bağırmakta
Batan güneşe karşı.
Nüfusunu düşseler kütükten
Helvasını kotarsalar,
Vasiyetini yazsalar,
Adam hababam ummakta
Doğan güneşe karşı.
Adam adam değil ki;
Adam kurtuluş marşı.
Erdoğan Çokduru gibi asker kökenli olan ve onun gibi unutulan, anılmayan bir yazarımız da, İsmail Galip Arcan’dır. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’nde öğrenciyken elyazması bir gazete çıkaran, oyun yazan ve aynı zamanda tiyatro sanatçısı olan Arcan, ilk gençlik dönemlerinde Jules Verne’den çok etkilenir. Fransız yazarın İki Sene Okul Tatili adlı kitabının etkisinde öylesine kalır ki, kendisi de yazar olmaya karar verir. Yazacağı kitabın adı da bellidir:
Ormanda Birbirini Kaybeden İki Mektep Çocuğu…
Romanını yaşayarak yazacaktır İsmail Galip Arcan! Okulun yakınındaki Ihlamur Korusu’nu kestirir gözüne. Ağaçların arasında gezinecek, kırılan bir dal, aniden öten bir kuş karşısında duyumsadıklarını kâğıda dökecektir. Kahramanı iki kişi olan romanda kendisine bir arkadaş bulmakta zorlanmaz: Cevdet...
Galip ve Cevdet, rüzgârda salınan ağaç dallarının korkulu dünyasına öylesine kaptırırlar ki kendilerini, akşamın bastırdığını anladıklarında, siyah pelerinini giyinmekte gecikmeyen geceyi bulurlar karşılarında. Koskoca korunun tam ortasında kaybolmuştur iki kafadar. Ağaçların sık dalları, koruyu bir zindana çevirir. Daha da kötüsü, köpek havlamaları giderek kendilerine doğru yaklaşmaktadır.
Ortam, tam da İsmail Galip Arcan’ın yazacağı romanın konusuna uygun bir duruma gelmiştir. Ne var ki, köpeklerden kaçarken romanı düşünmelerini bekleyemeyiz iki serüvenciden. Karşılarına çıkan bekçi tarafından kurtarılan Jules Verne hayranları okula dönerlerken, yazmak ne kelime, başlarına geleni kimselere anlatmama konusunda anlaşırlar.
Zaman içerisinde, İstanbul’da yaşanılarak yazılması düşünülen bu romanın tanıklarından olan bekçi ölür, köpekler zehirlenir, ağaçlar kesilir...
Tapusu Abdülhak Şinasi Hisar ve kardeşinde olan ağaçlık alan Vitali Levi’ye satılır. Ondan da birçok hissedara... Boğaz Köprüsü yapılır derken... Köprünün ana bağlantısına çıkan yan yollar bir ahtapotun kolları gibi dolanır mesire yerini...
Sonra apartmanlar, apartmanlar, apartmanlar...