“Göyündüm aşk ile ta kül olunca / Boyandım rengine, solmazam gayrı”
Hukukun ayaklar altına alındığı ülkede hukukçuluk, şiir kitaplarının okunmadığı ülkede şairlik, sağın yüzde yetmişler civarında oy aldığı ülkede solculuk... Ailemizin mücadele tarihi, tüm dünyanın devrimci insanlarının mücadele tarihidir biraz da...
‘Seksenlerde Çocuk Olmak’ kitabında anlatmıştım: Hayatını haksızlıkla mücadeleye adayan on kaplan gücündeki Kızılmaske’nin tutkunu bir çocuktum!..Adı ‘Fantom’dur, ‘Ölümsüz Ruh’tur, ormanın derinliklerinde yaşar. Birisine yumruk attığı zaman, yüzüğü, kötü adamın yüzünde kuru kafa izi bırakır; bir bölgede bu işaret varsa, orası Kızılmaske’nin koruması altındadır…Babam da böyle bir adamdı çocuk gözümde...Gece yarıları keşfe giden, otopsi yapan, silah atan, rakı içen, akordeon ve org çalan, türküler söyleyen, küfreden, avcılık eden, çok şık giyinen, racon bilen yakışıklı bir adam olarak, dünyanın tüm zalimlerine karşı mazlumlara sahip çıkmaya mecbur insanın meydan okuması, delikanlılığıydı. Taşkın bir yaşama sevinci, dünyada olma coşkusu yüklerdi hepimize…Serpmeyle balık avlamak, köpekleri sevmek, külüstür bir jipe atlayıp yollara düşmek, kamp yapmak, şiirler okumak, piyangodan çıkan parayla ilçedeki herkese birer takım elbise diktirmek, babamdı. ‘Tomson Kemal’ derlerdi de, bir gün birisi yanlışlıkla ‘Fantom Kemal’ demişti, sevinmiştim. Hiç yanlış gelmemişti ona Fantom denilmesi...On kaplan gücünde...
“Sonra işte yaşlandım” der Gülten Akın. Sonra işte yaşlandı, babam da. Birkaç kaplan gücünü kaybetti. Ya da ben devraldım, bir gün oğluma devretmek üzere...Sonra Ritsos konuşacak, diyecek ki: “Ölümse bir yapraktan başka bir şey değildir / Yükselen bir yaprağı beslemek için düşen.” Oktay Akbal da bunu yazmış ‘Bir Savcının Anıları’ için aslında: “Ataol, Namık Kemal, Nihat, Turan...İlerici, aydınlık bir babanın, Haydar Bey’in oğulları...Bursa Ziraat Müdürü iken bir konuşmasını izlemiştim. Türkiye’nin sorunlarıyla o kadar yakından ilgiliydi ki! Elbet çocukları da genç yaştan bu sorumluluğu yüklenmiş, benimsemiş olacaklardı, öyle de oldular...Bir Savcının Anıları, bir roman gibi okunan, okurlara da birçok şey öğreten bir kitap...”
Haydar dedemin hergele oğlu olarak da gözlemlediğim babam...Bir savcı, sonra ceza avukatı olarak...Aynı zamanda kız babası...Annemin sevdiği...Bazen sarhoş olarak...Ama hep bir üslup sahibi, bir edanın peşinde, ölçüsü ‘delikanlılık’ olan bir tavrın son temsilcisiymiş gibi.
Renkli televizyonun gelmesi, büyük bir haber değildi evimizde. Babam vardı çünkü, rengârenk...Küba müzikleri dinlenir, maçlarda Sovyetler Birliği desteklenir, “Marksist, Leninist ve kimsesizim” dediğinde “Kimsesiz değilsin, biz varız” denilirdi. Dans eden bir adam, dizlerini vura vura...Tangoları seven...“Ruhi Su ölmüş baba” dediğimde ilk kez ağladığını gördüğüm, en orijinal küfürleri kendine yakıştırmışken ansızın Necatigil’den okuyuveren: “Çoklarından düşüyor da bunca / Görmüyor gelip geçenler / Eğilip alıyorum / Solgun bir gül oluyor dokununca.”
Bir Savcının Anıları...Romantik devrimcinin, yurdu, emekçi halkı uğruna çırpınışı...“Zengin ve meşhur olma tehlikesini atlatmış” bir insanın “Baba, bizi niye öldürecekler sence?” sorusundaki duyguya ömrünce adanışı. Bizi öldürmesinler diye öne atılışı, bir adamın.