(...) "Canımın direği, Bakma bugünkü dağların ak karına! Gün gelip güneş daha sıcak doğacak ve eriyecek buzlar. Delecek toprağı otlar, sürgün verecek yine kuru görünen ağaç dalları. Uyanan toprağın yüzünü tırmalayacak umut kazmaları. Yurt dediğin nedir oğul? Doğduğun yer mi? Doyduğun yer mi? Bir yere yurt diyebilmen için önce doğmalı sonra doymalısın elbette." (...)
Siz de zaman zaman kendinizi hayatın çılgın akışına teslim olmuş gibi hisseder misiniz? Arada bir de olsa, bir silkinme, zaman içinde üstünüze yapışan onca ‘gereksiz’lerden kurtulma, yüzünüze buz gibi soğuk suyu çarparak “kendine gel” deme ihtiyacı hisseder misiniz? Günümüzün yoğun temposu içinde, kendi yaşamınızın yönetimini kaybetmekte olduğunuz fark edip, “hoop ne oluyoruz?” dediğiniz olur mu hiç?
Kendinize bir çeki düzen vermek istediğinizde, neleri ve kimleri yaşamınızın dışında tutmanız gerektiğini saptamaya çalışırken içinizden geleni, gerçekten içinizden geldiği gibi uygulamayı becerebilir misiniz? Yoksa sevgiler, dostluklar, tutkular, sosyal yaşamın gerekleri, zorunluluklar derken, ufak tefek birkaç temizliğin dışında yine başa dönmüş hisseder misiniz kendinizi?
Örneğin; ortada hiçbir neden yokken, yalnızca içinizden geldiği için, gidip sevdiğinize bir hediye almak ve yüreğinizden taşan en sıcak duyguları da paketin içine özenle yerleştirip damdan düşer gibi sunmak varken, yaş günü geliyor diye almak zorunluluğunda olmanın farkını algılayabilir misiniz? Belki iyi bir örnek olmadı. Değiştireyim. Kendimi bildim bileli büyük haz duyduğum ‘yazmak’ tutkumun, “hadi bakalım Şalom’da bu hafta sıra senin, yazmalısın”a dönüşmesinin ağırlığını duyumsayabilir misiniz? Ya da bunların ve/veya benzeri. Aslında keyif aldığınız fakat bir şekilde göreve dönüşen zorunlulukların üst üste binerek ruhunuzda oluşturdukları yükü?
İşte tam o anda “hoop” demeniz ve kendiniz için bir şeyler yapmanız gerekir. Fren pedalına hafifçe dokunup biraz yavaşlamanız, gerekiyorsa biraz durmanız, hatta kendinize zaman ayırıp biraz temiz hava almanız mükemmel bir seçenek olabilir. Üstünüzdeki gereksizleri silkeleyip, küfenizdeki çürükleri de ayıkladıktan sonra, dinlenmiş ve hafiflemiş olarak bir sonraki durağa kadar tekrar yola koyulmak gerekir diye düşünüyorum.
MÖ 2000 yılından günümüze kadar geldiği iddia edilen eski bir Hitit duası vardır. Tanrım beni yavaşlat diye başlar!
Tanrım beni yavaşlat! Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir. Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele. Günün karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver. Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğime yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol. Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret. Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek veya kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret. Her gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat. Hatırlat ki, yarışı her zaman koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim. Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve sağlıklı büyümesine bağlıdır.
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.
Bu dua bana biraz günümüze uyarlanmış gibi geliyor, ama olsun! İçimiz rahatlasın! Demek ki 4000 sene evvelki atalarımız da aynı sorunları yaşıyorlarmış.
Yukarıda da söylediğim gibi, arada bir kendimize zaman ayırarak dinlenmek, gereksizlerden arınmak, hemen sonrasında da yepyeni bir denge yaşamımızı tekrar doldurup, her şeye rağmen yine de hızlanarak günlerimizi dolu dolu yaşamak, kendi hesabıma ve ‘şimdilik’ kaydı ile en mantıklı yol gibi duruyor önümde…
Sanıyorum pes etmeyip ‘sebat’ etmemiz gerekiyor başarıya ulaşabilmek, arkamızda bir iz bırakabilmek için! ‘Sabır’ etmeyi de öğrenmemiz gerekiyor özümüzü eğitmek için! Her zaman da ‘umut’ etmeyi sürdürmemiz gerekiyor ‘sabır, sebat’ ikilisinin üstesinden gelebilmek için.
Gelelim öykümüze! Bir gezgin sırtında çıkını ile seyahat ederken, bir mısır tarlasının kenarında taşın üstüne çömelmiş, hüzünlü bir ifade ile tarlasına bakan yaşlı bir kadına rastlamış. Soluklanmak ve yaşlı kadın ile biraz sohbet edip biraz gülümsetmek için gidip yanı başına oturmuş.
Yaşlı kadın sohbetin bir yerinde gezginden oğullarına göndermek üzere bir mektup yazmasını istemiş. Gezgin memnuniyetle kabul etmiş. Yaşlı kadının söylediklerini kaleme alırken, kadının cümleleri gezgini büyülemiş. Hayata bakışında adeta yepyeni bir pencere açılmış. O kadar etkilenmiş ki yaşlı kadından bu mektuptan bir kopya alıp alamayacağını sormuş. Yaşlı kadın, tarlasını baştan sona kadar kazması karşılığında gezginin mektuptan bir kopya almasını kabul etmiş.
Gezgin bir hafta boyunca kadının tarlasını kazmış. İşi bittiğinde ellerinin acısı bir ay sürmüş. Ancak yıllar sonra bile, hayatında yaptığı tek hayırlı işin o tarlayı kazmak olduğunu duyumsamış. Mektup kadının çocuklarının dışında milyonlarca insana ulaşmış. Taşıdığı anlam ve içerdiği evrensel öğütler sayesinde bugün hala ulaşmaya devam ediyormuş.
Canımın direği,
Bakma bugünkü dağların ak karına! Gün gelip güneş daha sıcak doğacak ve eriyecek buzlar. Delecek toprağı otlar, sürgün verecek yine kuru görünen ağaç dalları. Uyanan toprağın yüzünü tırmalayacak umut kazmaları.
Yurt dediğin nedir oğul? Doğduğun yer mi? Doyduğun yer mi? Bir yere yurt diyebilmen için önce doğmalı sonra doymalısın elbette.
İstekleri bitmeyene iki cihanda da huzur yoktur. Böyle bilirim. Asıl olan, çok çalışıp, az istemektir bu topraklarda. Her sene bir çift mısırdır hasatta umudum, odur bağlayan beni hayata ve buraya. Önce ekerim tohumları kara toprağa, sonra beklerim ki dönüşsünler ak koçanlara. Böyle geçti yüzyılım bu topraklarda.
Ne kötüden iz gördüm, ne de namertten söz duydum; şükrettim ama beklemedim ki Tanrı göndersin. Bildim ki eğer vermezsem bu sarı tohumu kara toprağa ne umudum kalacak, ne de toprakla bir bağ aramda.
“Dağın arkası dağ olur” derler. Doğrudur. Lakin bakarsan, beklemeyi bilirsen dağın arkası bağ da olur. Onun için ne sabrımı ne umudumu yitirdim yalan dünyada.
Ana rahmi gibidir dünya insana, ana rahminde göbek bağıdır hayat bağımız, dünyada ise umutlarımız. Umudunu yitiren, hayat bağını da yitirir oğul. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
Kalın sağlıcakla...