Bu sene kış yaşamıyor gibiyiz. Yağmur yağmıyor. Hava çoğu zaman güneşli ve ılık. Günübirlik düşünecek olursak her şey harika. Karanlık ve iç sıkıcı günlerde eve kapanmak yerine, dışarıda çok daha fazla vakit geçirebiliyoruz. Yakıta daha az harcama yapıyoruz. Ama işin aslı öyle değil. Yağmurlar mevsiminde yağmalı. Bunun da koşulu belli. Koşulun nerede yer aldığı da. Hemen hatırlayalım, Şema duası der ki: “Ve bugün size verdiğim Benim emirlerime sıkı sıkıya uyarsanız, Tanrınızı sever ve O’na tüm kalbinizle ve tüm ruhunuzla hizmet ederseniz, Ben de toprağınız için gerekli yağmuru zamanında, ilkbaharda ve sonbaharda yağdıracağım, buğdayınızı, şarabınızı ve yağınızı toplayabileceksiniz, hayvanlarınız için tarlalarınızda çimen bitmesini sağlayacağım, yiyeceksiniz ve doyacaksınız.”
Diyeceksiniz ki bu sözler, Yisrael toprağı için geçerli. Haklısınız ama herkesin kendi yaşadığı yöreye uygun sözler olmalı. Bizim coğrafyamızın bir kısmı için kışın yağmur ve kar yağması gerekiyor. Her ne kadar evde suyu israf etmeyin diyenler varsa da, suyun evde israf edilmesi ancak bir dereceye kadar mümkün çünkü suyu asıl kullanan, tarım ve sanayi. Dolayısıyla esas onların dikkat etmesi gerekiyor. Tıpkı eskiden ‘fısfıs’ dediğimiz ambalajlarda kullanılan aerosollar gibi. Ozon deliğini sizin, benim günde bir kez sıktığı deodorantlar açmadı. Uzaya ha bire yollanan o araçlar neden oldu.
Bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Tanrı’nın emirlerine sıkı sıkıya uymuyoruz ve yağmurlarımız zamanında yağmıyor. Bence O’na tüm kalbimizle ve ruhumuzla hizmet etmiyoruz... Aklımız hep başka yerlerde. Üstelik bu mesele, yağmurun yağma olabilitesi (!) üzerine bahse girip bıyık kesmekle olacak iş değil, ne yazık ki!
Buna karşın, baharın İstanbul’a erken gelmesi gerçek bir görsel şölen! Boğaz’da bahçelerdeki ağaçlar hep çiçek açtı. Beyazlar, pembeler, sarılar göz alıcı bir güzellik sergiliyor. Bebek yokuşundaki, on metreye ulaşan muhteşem manolya ağacı da, boyuna posuna bakmadan aldanmış yalancı bahara, o da çiçeğe durmuş.
Bilir misiniz, çiçeği saksıda ya da vazoda değil, ağaçta ve toprakta severim. Hep öyle miydim? Sanırım evet. Ara sıra bir demet sümbül ya da nergis aldığım olmuştur ama sadece mis gibi kokusu için. Ama beni evde çiçekten nefret ettiren, nikâh törenimizden sonra yepyeni, el değmemiş evimize taşınan ayaklı çiçekler oldu. Günlerce çöplerini yerlere döktüler, onlardan nasıl kurtulacağımı bilemedim. Zaman zaman hediye edilen buketlerin suyunu, ağır çalışan bir kadın olarak zamanında değiştirmeyince, kötü kokan vazolarım oldu. Saksıların yaşatamadığım çiçekleri, bana üzüntü kaynağı oldu. Oldu da oldu... Dolayısıyla bana çiçek, bitki getirilmemesini tercih ederim. Onlar yerinde güzel. Ancak bir istisna var: Mimozalar.
Şubat ayında bir iki haftalığına açan o sarı tombik toplara karşı içimde büyük bir aşk var. Baygın kokuları beni belki de hiç yaşamadığım anılara götürüyor. Mimoza satan esmer bir vatandaşa denk gelmeye çalışıyorum. Bu sene denk geldim nihayet. Kız kardeşimle Osmanbey’den geçerken muhtemelen bütün bir ağacın çiçeklerini kesip demet haline getirmiş olan bir adam çıktı karşımıza. Hemen durduk. “Aaa mimoza!” Bana kalsa fiyatını bile sormadan taşıyabildiğim kadar alacağım. Aklı daha başına olan kız kardeşim müdahale etti, daha doğrusu araya girerek pazarlık etti ve makul bir paraya makul bir miktar çiçek aldık. Evet, aradan on beş gün geçti, çiçeklerim hâlâ canlı ve kokuları beni hâlâ mutlu etmeye devam ediyor ancak anlatmak istediğim bu değil. Yolda başımıza gelenler.
Elimizde kocaman mimoza demetleriyle Şişli’ye doğru yolumuza devam ederken kaç kişi bizi durdurdu, bilemezsiniz. Çiçekleri koklamak için izin isteyenler, kokuyu ciğerlerine çekip mutlu bir ifade ile “oooh!” diyenler, bu koku sizden mi geliyor, bu ne çiçeği diye soranlar. Evet, mimozayı bilmeyenler var. İstanbul’da yaşar gibi yapıp da mimozayı tanımamak... O gün bir sürü kişiyi mutlu ettik sanırım. Elimizde sihirli bir değnek taşıyorduk ve hiç tanımadığımız insanlar, masal kahramanı gibi dolaşan bize ellerini uzattılar. Kız kardeşimle ben de, onlara dokunduk, adeta çiçek açtılar.
Selim İleri komşum olur. Arka balkonlarımız bitişiktir. Bahçesinde birkaç salkım leylak biter. Şimdi sıra onun her sene hasretle beklediği, açacak mı diye endişelendiği o güzelim leylaklarda. Şalom Dergi’deki ilk yazılarımdan belki hatırlarsınız, çocukluğum Şişli’de, yazlık evi gibi inşa edilmiş bir Rum evinde geçti. Ön cephedeki balkonuna hanımelleri tırmanırdı. Arka balkonunun altında ise bir leylak ağacı vardı. Evin sahibi Mösyö Yorgo zamanı geldiğinde usulünce biçip bütün komşulara demet demet dağıtırdı.
Küçük bir çocuk olarak hanımellerini, leylakları, mimozaları hatırlamam belki garip ama İstanbul’da yasemine denk gelmiş olsaydım, eminim yaseminleri de hatırlardım. Ballıbabaların içerdiği şekerli maddeyi yemeye çalışmış olmam da garip gelebilir bazılarına ama şanslıyım ki, İstanbul’un sayfiye yeri gibi olduğu bir zamanda dünyaya geldim.
Boğaz’da mimozalar hâlâ sapsarı çiçek açmış. Kaçırmayın, sevgili okurlar.