Oysa neler yazabilirim diye düşünüyordum geçen hafta… Eski cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nın konuşmalarının danışmanı Patrick Buisson tarafından izinsiz kaydedilmesinden bahsedebilirdim. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde yapılan etkinliklerden izlenimlerimi aktarabilirdim, hatta Paris’e damgasını vuran özel kadınları anlatabilirdim sizlere... Fransa’da 23 ve 30 Mart’ta yapılacak yerel seçimleri yazabilirdim. Yüksek hava kirliliğine halkın dikkatini çekmek için bisikletleriyle işe giden bakanları örnek verebilirdim. Ya da yıllardır en güzel, en sıcak, en güneşli mart ayını yaşadığımızı, masmavi gökyüzü altında erken baharı karşılayan, geleceğe ümitle bakan Parislilerden bahsedebilirdim.
Olmadı... Yapamadım...
Gözlerim ekranlara kilitlendi kaldı. O simsiyah kömür gözlü güzel çocuğun gülen yüzü beynime kazındı, yüreğime işledi. O fidan yavruyu düşündükçe içim acıdı. Kaç kez denedim. Bir türlü elim klavyeye gitmedi. Düşüncelerimi toplayamadım. Tek bir söz dökülemedi kalemimden…
Ah etti, isyan etti o görkemli cenazade insan seli… Vicdanlar yürüdü yüzbinlerce, dimdik, kararlı, yürekli… Evladını kaybeden acılı baba ‘ben öksüz kaldım’ dedi. O güzel yüzüne dokunasım geldi, o kadar içtendi ki… Önüne ekmek somununu koyup oturan protestocuyu kucaklayasım geldi. Yoksul sofraların nimetidir ekmek, kutsaldır ekmek, yaşamdır ekmek... Günlerdir ekmek geçmiyor boğazımdan…
Onlarca haber, yazı, yorum okudum. Yürek parçalayan satırlarda yorgunluk, karamsarlık, üzüntü, öfke, kırgınlık, utanç, acı, yas, en çok da hüzün vardı…
“Anlıyorum şimdi insan neden düşman olur kendi gözyaşına,” diyordu Ece.
“Allahım sana yalvarıyorum, aklımı korumama, merhamet ve insanlık duygularımı barındırmama yardım et,” diyordu Yonca.
“Acaba aylardır meydanlardan meydanlara koşturan, saatlerce konuşan siyasetçilerin hangileri Küçük Prens’i okudu?” diye soruyordu Doğan.
“Ölüp giden her çocuk için ağlayamıyorsanız insan sayılmazsınız,” diyordu Mehmet.
“Korkunun ecele faydası olmadığının görüldüğü, insanlık onuru, yaşam güdülerinin canlandığı, bir ortak duruşun, buluşmanın anı, bir dönemeç noktası bu,” diyordu Şükran.
“Unutulmazlar kabristanıdır Feriköy,” diyordu Yılmaz.
“Senin o azıcık kalan bedenin hepimizin vicdanından, insanlığından ağırdır,” diyordu Bekir.
“Bu cenaze ‘dur, sus, hatırla’ dedi herkese,” diyordu Şirin.
“Artık geri dönülmez noktayı geçti,” diyordu Haluk.
“Onlar sağ olduğu için hissettiğimiz garip bir şükran duygusu ile bu hissin yarattığı utanç duygusu arasında çocuklarımıza sarılıyoruz,” diyordu Hayko.
“Çocuklar uyurken susulur, öldürülürken değil” diyordu pankart.
“Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne / allı pullu bir balon gibi verelim / oynasınlar oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında / dünyayı çocuklara verelim / kocaman bir elma gibi verelim / sıcacık bir ekmek somunu gibi / hiç değilse bir günlüğüne doysunlar,” demişti Nazım.
Sonra Ahmet Hakan’ın köşesini gördüm. Duygularıma tercüman oldu. ‘Cenazemiz vardı, yazı yazamadım.’
Önümde kömür gözlü oğlanın fotoğrafı, yüreğimde derin hüzün… Yaşamın renkleri soldu sanki... Uğurlar olsun kalbime, beynime kazınan kara kaşlı, kömür gözlü güzel çocuk!
Bu ay Paris’ten bir esinti getiremedim sizlere… Boğazım düğümlendi, ellerim kilitlendi. Öylece kalakaldım.
Olmadı... Yapamadım...