Siz halen organik yaşama başlamadınız mı? Peki ekolojik yaşam? Ona da başlamadınız mı? Yazıııık! Geleceğinizi hiç parlak görmüyorum. Nereden çıktı bu diyeceksiniz? Ben de bilmiyorum. Tek bildiğim sebeb-i hayatımın bir TV haberinden, gazete köşe yazarından etkilenerek öğünlerimize ‘alengirli’ besinler katıyor veya sevdiklerimi çıkartıyor olması. Genelde pazartesine denk gelen bu uzun yaşam, detox kararları, haftanın ilk gün kahvaltısında kendini belli eder. Masada kocaman bir bardakta yeşil bir bulamaç yanında bordo bir sıvı... “Günaydın sevgilim bunlar ne?” Sebeb-i hayatım altı senelik tıbbiyeyi bitirmiş besin üzerine doktorasını yapmış: yeşil olan maydanoz suyu; mucizenin ta kendisi, öbürü de nar suyu; mucizeden de öte. Cevizleri de ye, evden çıkarken beş tane de fındık vereceğim. Öğlen yemeğinde ısırgan ve çörek otu tohumu tozunu yoğurda karıştıracaksın, akşam eve gelince de bir diş sarımsağı çatalla delip yuttuktan, sonra zencefil, zerdeçal...
Sebeb-i hayatımın hatırı için bazı uygulamaları yapıyor bazılarını da yapar gibi gözüksem de uzun vadede sürdüremediğim kesin. Sürekli olarak kendimizi zehirlediğimizden emin olduğumdan, bu konularda bir şeyler yapmak gerektiği fikri daha sık aklıma gelir oldu. Eski, ama eskimeyen nesillerin, organikti, ekolojikti filan gibi ‘alentürlü’ tabirleri bilmemeleri gayet bile doğal. Detox, Sheltox ile karıştırıldığından uygulanması na-mümkün bir olgu. Ve dahi, düşünecek olursak, en azından memleketimizde çok değil 50 sene kadar öncelerde muhtemelen öyle kavramlar dahi icat edilmemişti ki eskimeyen nesiller bunları bilsin. O dönemlerde belki imkânlar daha azdı, belki hayat daha zordu, ama muhtemelen ve kesinkes daha doğal ve sağlıklıydı. Mantolanmamış ama nefes alan aşı boyalı evlerde yedikleri sebzeler, meyveler, içtikleri su ve soludukları hava dahi daha doğaldı. Çilekler fındık büyüklüğündeydi ama çilek gibi kokar ve çilek tadında olurdu. Mahalleli kokusundan bilirdi hangi evde ne piştiğini(yok o kadar ileri bir yaşta değilim. Ben anlatılanları anlatıyorum o döneme ben de yetişemedim) Örneğin, bir evde tavuk piştiğinde ‘tavuk’ kokardı. Şimdilerde garibim tavuk; sabahtan akşama kır, bayır dolanıp ekmeğini topraktan çıkartacağı yerde; hızlandırılmış yoğun kurslarda şişirildikten, doğada bulduklarıyla değil de bizim verdiklerimizle beslendiğinden ve ‘aman, aman çok yürümesin kilosu artmaz, para etmez’ diye dar alanda kısa paslaşmalar içinde yaşayıp, horozlarla uzaktan kesiştiğinden, endüstriyel kafeslerindeki aydınlatmalarını güneş diye bildiğinden olsa gerek artık ‘tavuk’ kokmuyorlar. Mahalleli kimin ne pişirdiğini artık bilmiyor... Heyhaaaat!
Hani bir konuya merak saldığınızda, o konuyla ilgili her türlü bilgi ‘algınızda oluşan seçicilikten dolayı’ ha bire önünüze çıkar ya, bende de öyle oldu, kısa bir sürede, organik yaşam ile ekolojik yaşamın birbirinden ayrılmaz kardeşler olduğunu gerçeği çıktı karşıma. Organik ve ekolojik yaşam kuralları ‘ne menem şeymiş’ diye internette okumaya başladıkça pek bir zor ve hatta bayağı bir zor oldukları ayan ve beyan ortaya çıktıkça; Vaz mı geçsem ne?
Eko ve organik yaşamda, doğa dışı, doğal dışı her şey yassah! Evindeki cilalı mobilyadan, güzel koku veren deterjan ve yumuşatıcılara, fıs fıs diye brokoli kokusunu bastıran oda speylerinden, anti bakteryel sabunlara, leblebi gibi tükettiğimiz antibiyotiklere, kuru temizleyiciden, kozmetikten ve daha saymakla bitmeyecek, hayatımızı bir fiil içinde olan bir sürü ‘doğal olmayan’ ürünlerden uzak durmalıyız. Yani durmalıymışız. Ya buna ne demeli? “Yemediğiniz hiçbir şeyi vücudunuzla temas ettirmeyiniz.” Basit bir kural değil mi? Bunun için nelerden vazgeçmeliyiz? Tepeden tırnağa, kızlı erkekli ‘yiyemediğimiz’ neleri vücudumuzda oraya – buraya sürüp sürüştürüp duruyoruz bir görelim. Tepeden; şampuan? Biraz alır mıydınız? Bunların tadı nispeten iyi, kepeğe karşı olanlar ise çok acı. Yok, ben almıyım gaz yapıyor. Peki, saç spreyi veya jölesi, tıraş köpüğü, sabah kahvaltısından önce yiyemeyeceğim, sonrasında sucuksuz ve dahi kaşarlı yumurtaya yer kalmaz, neme lazım doyarım filan. Rimel, ruj, fondöten üçlüsü yatağında hazırlanmış diş macunu püresi; İtalyan usulü deodoran sos ile... Bir tatsaydınız bari... Tırnağa; oje... Hangi renginde ne tat vardır acaba? Ya asetonu ne ara hüpleticez? Daha vücudun yarısında iken ben, kendim, şahsen gayrı kabil-i rücu bir şekilde pes ettim... Ne yani bütün bunları vücutlarıma sürebilmem, kullanabilmem için yemem mi gerekiyor? Kalsın... Kalsın derken bu ürünleri kullanmak mı kalsın? Yoksa bunları yiyemediğimiz için kullanmaktan vazgeçme fikri mi kalsın? İşte orası size kalmış. Maydanoz bulamacını tabii ki sevmedim, ertesi gün sebeb-i hayatım içine mandalina tadındaki yozlaşmış zamane limonlarından kattıktan sonra da sevmedim, daha ertesi gün maydanoz ve mandalina tadındaki limon karışımına, havuç, bal katınca da sevmedim, sonunda beni de-tox etmekten vazgeçti. Bu aralar toksit toksit yaşıyor, cep telefonu ile beyin zarıma zarar vermesine aldırmadan, bilumum işlenmiş ürünleri farkında olarak ve olmayarak tüketmeye devam ediyorum. İyi mi yapıyorum? Sanmam... Şeytan diyor, bırak git buraları, dağ başına yerleş, üret kendi domatesini, patatesini. Bırak sulansın radyasyonlu, zehirli kimyasallar ile dolu ‘doğal’ asit yağmurları ile. Bir de tarım ilaçlarından etkilenmiş bilumum ‘börtü-böceği’ yiyerek açık havada ve doğal ortamında beslenmiş tavuklardan ‘günlük’ yumurtanı ye... Televizyon yok, stres yok, cep telefonu yok... Ömrün uzar, ömrün...
Siz, iki arada bir derede, ne yapmanız gerektiğini düşüne durun, bulunca bana da iletin ama bu arada; heeeeep sevgiyle kalın...
Aleni kamu spotu: Okuduğunuz yazı bilimsel bir yazı değildir. Ben de zaten bilim adamı değilim, konunun uzmanı hiç değilim! Onun için yazıyı okuyun, beğenin, düşünün, taşının, başkalarına okuması için tavsiye edin, ama bir bilene danışmadan tastamam doğrusunu, eğrisini öğrenmeden herhangi bir uygulama içine girmeyin...