Küçükken, tabiata dönük bir insandım. Bir ara bitkilere merak sarmıştım, elde avuçta ne varsa bir saksı dolusu toprak ve börtü-böcek nevine harcamaktaydım. Odamızdan açılan büyükçe balkonumuzda saksılardan yürüyecek yer kalmamıştı. Yalnızca bununla bitse iyi; evde evcil hayvan beslemeyi de severdim, şimdi de seviyorum. Çocukluğumda Burgaz Ada pazarından alınmış civcivler, Eminönü’nden alınan tavşanlar, küçük, büyük daha büyük ve en büyük akvaryumlar, balık yetiştirip akvaryumcuya balık satmalar, ‘Maşuk’ adını verdiğim papağanım, su kaplumbağaları, bilumum kanarya ve muhabbet kuşları ve adını sayamadığım onlarca ‘pet’ (şişe olandan değil, evcil hayvan olandan). Garibim annem de muhtemelen bana olan sevgisinden ya da eve getirdiğim kreatürler takımını seviyor olmasından mütevellit bir-iki mır mır eder ama sonunda kabullenirdi.
Sanırım yedi sene önceydi. Sebeb-i hayatımın ailesi (benim de kaim ailem oliyy) cümbür cemaat hep beraber yılbaşı için İspanya’dayız. Biricik oğlum gelirken şart koşmuş; kendisi üniversitede ‘student’ o zamanlar; benim final imtihanlarım var, çalışmam gerek, sizlerden bir iki gün erken döneceğim. Böyle mücbir bir sebebe ne diyebilirsin? El mahkûm, ayak gardiyan, son kararımız “evet” sen yeter ki gel, erken dön... Her ne kadar içimiz biraz buruk olsa da, bizler İspanya’da Sagra del familya, Dali, Laz Ramblas gezerken o, bi-başına evimizde ders yapacak. Naaapicen, oğlan okuyup böyyük adam olacak, kolay mı?
Seyahatimizin bittiğine üzgün, lakin bizsiz ders çalışma kampına giren fedakâr oğlumuz ‘patiko del mondo’ya kavuşacağımız için mutlu bir mood’da memleketimize döndük. İnsanın evi, koltuğu, evde giydiği eşofmanları gibisi yok. Uçağımızın tozu ile arabaya binmiştik ki kızım abisini arıyor ve daha da ‘vahimi’ “Eeee ne var ne çok diyor?” Hayırdır diyorum kendi kendime. Kızım, abisini arayacak! Eee ne var ne çok diyecek! Hayırdır inşallah!? Uçaktan iner inmez! Hiç ilgilenmemiş gibi yapıp pür kulak kesiliyor dinliyorum. Konuşma format olarak; gizlenen bir şeyin çaktırılmaması mood’unda... Bi tuhaf ilerliyor. Tabii ki biz tek taraflı dinliyoruz sebeb-i hayatımla konuşmayı ilgisiz ilgisiz arabadan dışarı bakarken.
“Yaaaa, öyle mi...? Pekiii hiç mi...? Sahi mi...? Nassı yaaaa... Canım yaaa... Çook şirin...! Yok, yok daha değil...” gibi dinleyeni “telefonun öbür ucundaki ne diyor yahu” diye gıcıklandıran bir konversasyon... Sebeb-i hayatım bana, ben ona, bakışıyoruz… Yaklaşık kırk senedir birbirimizi tanıyor olmanın verdiği avantaj ile ağzımızı bile açmaya gerek görmeden, gözlerimizle derin bir muhabbete giriyoruz. “Hayırdır?” diyor, “valla ben de anlamadım,” diyorum. “Endişe edeyim mi?” diyor. Yok yaw! “Ne olmuş olabilir ki” diyorum. “O zaman bu ‘streync’ konuşma da ne?” diyor. “Var bir şeyler öğreniriz elbet şimdi” diyorum.
Sessiz konuşma mood’undan sesliye geçiyorum; “Eee kızım ne olmuş?” diye soruyorum. Aklımca onu hazırlıksız yakalayıp öğreneceğim. Genetik kodunun ona verdiği yetkiye dayanarak soruma soru ile cevap veriyor? “Neye ne olmuş baba?” Anlıyorum bu konuşma bir yere varmaz; “Bu akşam dışarıda yiyelim mi?” diye konuyu değiştiriyorum. Şimdi uğraşamam; “kimle konuşuyorsun” diyeceğim, “arkadaşımla” diyecek, “düşmanınla konuşacak değilsin ya elbet arkadaşınla” diyeceğim. Sonrasında ne konuştunuz diye ikinci bir ısrarım olacak; ona da “hiiiiiç” diyecek. Neydi o zaman o “yok daha değil, çok şirrin filan diyeceğim”... Offf çekemem bütün bunları... En iyisi konudan haberdar edilmek istenilmediğimi anlayıp, hiçbir şey anlamamış gibi yapmak...
Şimdi nerede (tam burada) kaldığımızı unutmayın. Evde başımıza gelenler, sonrasındakiler; azzzz sonra... Zira Şalom sevgili yazarlarından T.L., köşe yazılarını ‘uzun yazmak’ sureti ile katlettiğimi tüm içtenliği ile bana iletti. Bu yaştan sonra ‘katil’ olamam. Ben de “to be continyue” yapmaya karar verdim... Kader utansın. Bir daha beni gördüğünüzde hazır seçim mood’undan yeni çıkmışken “T.L. haklı; kısa yaz” veya “V.B. haklı; kısa yazma” şeklinde oylarınızı bekliyorum...
Sevgiyle kalın.