"Hemen her gün, gazete veya dergilerde trafik cezasından, kanun dışı yollarla yapılan işlere varan suçlarla örnek aldığımız ‘idoller’ karşınıza tutuklanmış olarak çıkıyorlar. Her birinin suç işleme sebebi farklı elbette ancak kim olduğu veya kimi tanıdığının hiç bir ehemmiyeti yok."
İnsan hakları diye bahsi geçen, bütün insanların dil, din, ırk ve cinsiyetinden bağımsız olarak sahip olduğu varsayılan temel hak ve özgürlüklerdir. Varsayılan kelimesini özellikle seçtim çünkü kıtalar, eyaletler ve milletlerarası değişebiliyor. Yani bir ülkenin vatandaşları belli hak ve özgürlüklere sahipken diğer bir ülkenin vatandaşları aynılarına sahip olamıyor. Haberi var, arzu ediyor, gönlü istiyor fakat yine de eline geçiremiyor. Peki, insan olmanın özelliği bir ülkeden diğerine değişmediğine göre bu hak ve hürriyetlerin en alt veya en üst sınırı nedir? Hak ettikleri kadar mı, istedikleri kadar mı? Nereye kadarı gerekli olandır? Hepimiz insanken, aynı dünyada aynı çağın içinde niçin aynı haklara sahip olamıyoruz? Bu hak ve hürriyetlerin bir ülkeye getirisi nedir, götürüsü ne olacaktır?
İnsanoğlu doyumsuz bir yaratıktır, sürekli daha daha daha diye arzu ve isteklerine boyun eğdiğinden söz konusu hak ve hürriyetler olduğunda bunun da bir sınırı olmalı mı? Her hak ve hürriyet beraberinde de bir sorumluluk getiriyor elbette. İnsan olmanın en büyük özelliği ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma’ sağduyusuna sahip olmasıdır. Bunun ya farkındadır ya değildir. Tüm insan haklarının esası da budur. Bugün dünyanın pek çok ülkesi kendi vatandaşlarına verilen hak ve hürriyetlere bakıp bir diğer geride kalan ülkeyi bu konuda eleştirebiliyor hatta aşağılayabiliyor. Verilen hakların geriye alınması söz konusu olamaz. Olmamalı. Ya alındığı zaman ne yapılmalıdır? Bu hak ve hürriyetlerin en başında da insanın özgür seçimi bulunmaktadır. Bahsi geçen seçim iyi ile kötüyü ayırt etmekten, doğruyla yanlış kararını vermeye kadar uzar gider. Ancak insan doğasının özünde ve demokrasinin temelinde seçim hürriyeti yer almaktadır.
“Her insan kendini ifade etmek özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü ve inanç özgürlüğüne sahiptir.” Bu Amerikan anayasasının ilk değişiklik maddesidir. Konu inanç özgürlüğüyken hükümet resmi bir din seçemez, belli bir inanç sistemini bir diğerine tercih edemez ve din ile devlet işleri birbirinden ayrı tutması gerektiğine değinir. İnanç özgürlüğü derken bir vatandaşın inançsız olması bile onun hakkıdır. Herkes önyargılardan arınıp, kimseyi yargılamadan, kendi arzu ve istekleri doğrultusunda, seçmiş olduğu inancı uygulamak konusunda serbest.
Amerika’da ki anayasa, eşit haklar adı altında sapasağlam duruyor ve uygulanıyor. Tüm okullarda, ilköğretim zamanı başlayarak, sistemi uygulamak için sistemi tanı diye sloganlar mevcut ve herkese kademe kademe sistem öğretiliyor. Kanunun üzerinde hiç bir kimse yok. Meşhur bir artistten, karizmatik bir şarkıcıya ya da çok parası olan borsacıya uygulanan kanunlar aynı. Cezaları da aynı; hatta onların yargılama ve infazları daha çabuk oluyor. Çünkü halka mal olmuş kişiler davranışlarında örnek olmalılar. Onların hataları daha çok ses ve dikkat getirdiğinden takipçilerine caydırıcı olabiliyor. Hemen her gün, gazete veya dergilerde trafik cezasından, kanun dışı yollarla yapılan işlere varan suçlarla örnek aldığımız ‘idoller’ karşınıza tutuklanmış olarak çıkıyorlar. Her birinin suç işleme sebebi farklı elbette ancak kim olduğu veya kimi tanıdığının hiç bir ehemmiyeti yok.
Amerika malum, yeni keşfedilmiş bir ülke. Toprakları, büyük farklı savaşlar, değişik imparatorluklar görmemiş. Ancak ülkenin kurucuları anayasayı hazırlamadan evvel bakınmışlar etrafta ne var ne yok diye ve sonunda Fransız ve İngiliz anayasalarını alıp harmanlayıp bir başlangıç oluşturmuşlar. Bugün halen yeri geldiğinde anayasada değişiklik yapmak üzere teklifler çıkar ve değerlendirilir. Hep insan haklarını gözeten, insana hizmet anlayışını bir ileri safhaya taşıyacak olan yeni kararlardır bunlar.
Biri için geçerli olan bir hak herkes için de geçerli olmalı fikrine sıcak bakıyorum. “Yapan yapar, yapamayansa eleştirmen olur” sanırım George B. Shaw’un lafıdır. Hele söz konusu politika olunca... Politikaya girmek, politikanın içinde olup kalabilmek elbette hem zaman alan hem de meşakkatli iştir. Adamı yer bitirir, tüketir. Politikaya girmeden politikadan konuşmak ve politikacıları eleştirmekse kolay yol ve yöntemdir. Yazık ki burada yürümüyor. Her vatandaşın bir oy kullanmak hakkı vardır. Oyunu istediği parti veya uygun gördüğü adaya verir. Seçim zamanı seçmek zamanıdır. Çoğunluğun seçtiği ortak adaysa halkı yönetmek üzere ortaya çıkar. “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir” demiş Sir Winston Churchill, boşuna mı? Layık olduğundan kasıt çoğunluğun uygun gördüğü kişinin seçilmesidir. Kabul etmesi zor da olsa demokrasi budur.
Demokrasi, çoğunluğu temsil edenlerin, azınlığın da haklarına saygı gösterip, onları koruyacak bir yönetim şeklini uygulamasıdır. Bu demokrasinin içinde bütün vatandaşlar, devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahiptir. Politika söz konusu olunca, poli birden fazla demek oluyor tik de yüz ifadesi demekse politik birden fazla suratı olan 1001 suratlı anlamına geliyor. Bu yüzden politika lafını hiç benimseyemedim çünkü ben monotikim. Dünyada ve evrende her şey her an değişim içinde. Buna politika da dâhil olmalıyken politikacının bir gün sarf ettiği sözler ertesi günü değişemiyor. Değişmesine imkân tanınmıyor. Sanki o söz, onları bağlıyor. Ancak fikirler, sınırlar, anlayış değiştikçe politikacıların da söyledikleri değişebilmeli. Olmuyor. Düzen bu şekilde değil. Bu sebepten ötürü diplomasi kelimesine inanılmaz yakın buluyorum kendimi. Sorunların barışçıl yöntemlerle ve müzakereler yoluyla çözülmesini ifade ediyor. Kelimenin aslı sanki diplomadan geliyor. Hani bir şeyi becerip bitirdiğimizde bize verilen diplomadan. Yani işi bitirmek demek oluyor Türkçe tam karşılığı. Her iki tarafı memnun edebilen, arayı bulan anlamına geliyor. Sonuca nasıl varıldığı değil sonucun her iki tarafı mutlu ettiği ortamı sağlayan kişi oluyor.
Bugün dünya ülkelerini yöneten başkan, cumhurbaşkanı veya başbakanlara baktığımda onların da insan olduğunu, bulundukları mevkiden ötürü farklı bir şeye dönüşmediklerini yine insan kaldıklarını fark ediyorum. Ancak aynı insan mı emin olamıyorum. Her insanda olan güç ve kontrol etmek, hâkim olmak dürtüsü onlarda da mevcut. Bu egonun vazgeçilmez bir parçasıdır. Nereye kadar dedirtiyor çoğu zaman. Gittiği yere kadar da cevap oluyor kimi zaman.
İnsan doğası zorla dayatılan hiç bir şeyi yapmayı sevmez aksine isyan eder. Bir insana pek çok şey yaptırabilirsin ancak kimse bir başkasını kendisi için dua etmeye zorlayamaz. Söz konusu demokrasilerde inanç hürriyeti denilen de budur. Beni zorla bir şeye inandırmaya kimsenin gücü yetmez. İnanmış gibi davranır, içimden kendi bildiğimi okurum.
Yapılan bir araştırmaya göre, kraliyet ailesi mensuplarının, halkın etmiş olduğu tüm hayır ve uzun ömür dualarına rağmen ortalama yaşam süreleri normal vatandaşınkinden daha fazla değilmiş. Sebepse edilen duaların içtenlikle olmadığı öne sürülüyor. Görülen köy kılavuz istemez demek, gidişat ve yol belliyse sen de önüne bakıp yürümeye devam edeceksin. Ya deveyi güdecek ya da bu diyardan gideceksin ancak ne köyü ne de kılavuzu değiştiremeyeceksin. İnsan olmanın bedelini ödeyeceksin. Malum her yerin fiyatı da faturası da farklı. İnsan her yerde insan ancak hak, hak mıdır? Ya hürriyet, nereye gidersen git her yerde bir midir?