Futbol. Bir spor, bir oyun, bir sosyal olgu. Bir top ve 22 adamla dünyayı kasıp kavuran hemen hemen her erkeğin hayatına girmiş ilk aşk.
Futbol. Bir spor, bir oyun, bir sosyal olgu. Bir top ve 22 adamla dünyayı kasıp kavuran hemen hemen her erkeğin hayatına girmiş ilk aşk.
Peki, nasıl yönetilmeli futbol? Günümüzün en önemli ligi olarak gösterilen İngiltere Premier Ligi’ne bakınca, hemen hemen her kulübün zengin bir iş adamının elinde olduğunu görüyoruz. Sistem şöyle işliyor, Roman Abramovich tarzında parası olan ve futbolu seven iş adamları bir kulübü satın alıyorlar. O dakikadan sonra kulüp aynı bir şirket gibi işlemeye başlıyor. Nasıl ki kurumsal şirketlerin departmanları var ve bu departmanlar birbiriyle çatışmadan kendi görevlerini yerine getiriyor, İngiltere’deki neredeyse her kulüpte de işler böyle yürüyor günümüzde. Transfer ile ilgili konular ‘scounting’ departmanında, kulübün sportif olaylarıyla alakalı her konuya sportif direktörler bakıyor. Finansına finansçılar, marketing’ine marketing’çiler bakıyor. Peki, Abramovich tarzındaki patronlar ne yapıyor? Kulüplerini yani şirketlerini uzaktan izleyip her konuda yöneticilerinden bilgi ve rapor alıyorlar. Günümüzde Rusya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde futbol bu sisteme doğru geçiş yapıyor. Bana göre önümüzdeki yıllarda Avrupa Futbolu’nda trend tamamen böyle olacak gibi.
Türkiye’de ise işler şöyle yürüyor. Bir kere kulüplerimizde bir seçim kültürü var. Bu kültür aslında bence çok güzel bir kültür olmak ile birlikte futbolu biraz siyasallaştırıyor. Avrupa’yı baz aldığımız zaman başka ülkelerin kulüplerinde de seçim kültürleri var, ancak gelişmiş ülke demokrasisi ile gelişmekte olan ülke demokrasisi aynı olmadığından bizim ülkemizde futbolun içerisinde olan seçim maalesef ülke siyaseti ile iç içe geçiyor.
Bunun dışında değerlendirmek gerekirse eğer kulüplerin kongre üyeleri içerisinden bir müteahhit ya da çok zengin bir iş adamı çıkıyor, daha önce futbol ile hiçbir ilgisi olmamasına rağmen iş hayatında itibar kazanmak için başkan olma planları yapıyor. Bu planları yaparken de daha önce de vurguladığım gibi futboldan hiç anlamamasına rağmen futbol ile ilgili vaatler veriyor.
Bu müteahhitler ya da iş adamları ‘kulüp başkanı’ sıfatıyla görev tanımı belli olmadan istedikleri gibi; teknik direktör getiriyor, yanına çok sevdiği bir adamı sportif direktörü olarak atıyor, yine yakın iş ilişkilerinde bulunduğu bir arkadaşını futbol şube sorumlusu yapıyor, bazen o da yetmiyor takımın bir ‘abi’ ye ihtiyacı var deyip antrenman tesislerine birini daha görevli olarak atıyor. Hiç birinin ne yaptığı belli değil, kimin görevinin nerde başlayıp nerde bittiği belli değil. Transferi başkan mı yapar? Sportif direktörün yetki alanında sadece oyuncu izlemek mi vardır? Teknik direktör sadece antrenman yaptıran adam mıdır? Hiçbir şey belli değil.
Bir başarısızlık anında herkes birbirini suçlar, hatanın kimde olduğunu bilemezsin çünkü şeffaf yönetim yoktur. Kulüpler borsada işlem görmesine rağmen hâlâ futbolculara ödenen ücretler konusunda şeffaf olamaz. Yani sözün kısası anlayanın mühendis olabileceği bir sistem söz konusudur bizim Türk futboluna bakınca.
Ülkemize baktığımız zaman hemen hemen her alanda özelleştirmelerle karşılaşıyoruz. Telekom özelleştirilebiliyor; bankalar, limanlar ve bunun gibi bir sürü alan özelleştirilebiliyorken kulüpler neden özelleştirilemesin? Kulüp hisselerinin bir bölümünün özelleştirilmesi değil anlatmak istediğim. Gelip parası olan profesyonel bir iş adamının futbola karışmadan takımı satın alıp sonra şirket yönetir gibi yönetmesi. “Burada böyle bir şey olamaz, kulübün sahibi taraftardır” dediğinizi duyar gibi oluyorum da Manchester City’nin, Chelsea’nin sahibi taraftar değil mi? O taraftar olmasa o takımları kim satın alırdı?
Kulüp kültürü denen şey bana göre gerçekten çok güzel. Örneğin Galatasaray’ın lise kültürü, Fenerbahçe’nin Kurtuluş Savaşı mücadelesinden kalma ‘Kemalist’ havası her zaman çok hoşuma gitmiştir. Ancak bu kültürler futbol kulüpleri bir şirket gibi yönetilince de yaşayamaz mı?
Bence Fatih Terim’in eleman olmaktan gocunmayacağı sistem İngiliz sistemidir. Eğer herkesin görev ve yetki alanları belli olursa, sahip yani patron kim belli olursa, patronun ayrı yerler için atadığı yöneticiler belli olursa, o zaman ego çatışmaları da olmaz. Siz hiç bir şirkette pazarlama departmanı ile insan kaynakları arasında bir ego çatışması gördünüz mü? Şahsen ben ne gördüm ne duydum. Kulüplerimiz böyle yönetilmeye başlanıp çağa ayak uydurabilirse çok daha kolay şekilde başarı geleceğine inananlardanım.