Yine bir pazar sabahı, salondan gelen müziğin sesi ile uyanıyorum. Küçüklükten beri hep bu ‘chansons’ kültürü ile büyütülmüşüm. Fransızcayı sevmem ve unutmamam da bu şarkıların sayesinde oldu. Yaşıtlarım için demode gelen, Bar-Mitzva şarkılarında aradım ilk çocukluk aşklarımı. Seneler geçti, müzik zevklerim de değişti, yine de o şarkıların babamı kaybettiğimden beri bambaşka anlamları oldu. Geçmişin şarkılarında aradım beraber yaşayamadığımız yılların özlemini. Şimdi ise o hep oturduğun berjer koltuğunda fotoğrafına bakıp düşünüyorum. Kimlerdi o şarkıların sahipleri? Biz frankofonlar için Fransızlardan bile daha çok sahiplendiğimiz o kültür elçileri nasıl anlatabilmişti içimizde saklı duygularımızı? Elim eski plaklardan birkaçına gidiyor. İlk şarkı Yves Montand’tan geliyor. İtalya’dan Fransa’ya göç etmiş Yahudi bir ailenin yokluk içindeki oğlu ‘Les feuilles mortes’ ile hislere tercüman olmuştu. “Düşen yapraklar kürekle toplanır, hatıralar ve pişmanlıklar da öyle. Hatırlamanı o kadar isterim ki dost olduğumuz o mutlu günleri, o zamanlar hayat bugünden daha güzel ve güneş daha yakıcıydı.” İkinci şarkı ise Edith Piaf’tan geliyor. Tiflis göçmeni bir ailede, bir fahişenin kızı olarak büyüdüğü sokaklardan Fransa’nın gönlünde taht kurmuş kimileri için ‘Kaldırım serçesi’ lakaplı o efsaneyi dinliyorum bir kez daha. “Hayır hiçbir şeyden pişman değilim, ödendi, süpürüldü, unutuldu, geçmiş umurumda değil” diyoruz “Non, je ne regrette rien” şarkısını dinlerken. Şimdilerde bu şarkının Fransız faşistlerinin kült şarkısı olduğunu öğreniyorum üzülerek. Yıllarca milliyetçi akımın şarkılarından ‘Dombıra’nın seçimlerde bir başka parti tarafından kullanıldığını görünce şaşırmıyor insan kavramların anlam yitirip değişmesine. Bir sonraki şarkı ise Belçika göçmeni Jacques Brel’den geliyor. Beni terk etme dediği sevgilisine, yağmurun hiç yağmadığı ülkelerden yağmur incileri sunmayı teklif ediyor “Ne me quitte pas” derken ünlü şair. Şimdi ise, Georges Moustaki zamanı, Mısır’dan Fransa’ya göç eden Yahudi bir ailenin on yedi yaşındaki oğlu ‘Le Meteque’ ile anlatıyor tüm ötekileştirilenlerin aşkını. “Yunanlı çoban, göçebe Yahudi, pis yabancı suratımla ve dört bir yana dağılmış saçlarımla geleceğim tatlı kulkölem, ruh kardeşim, hayat kaynağım, senin yirmi yaşına içmeye geleceğim.” Adını sayamadığım çok eser var, zaten bazı şarkıların da hikâyesi uzundur. Bu satırlara sığmaz. Onları da belki bir gün bir kitapta anlatırım. Son şarkı tabii ki Enrico Macias’tan geliyor. Cezayir doğumlu, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak geldiği Fransa’da “J’ai quitté mon pays” derken o dönem Fransa’ya tüm göç edenlerin hislerini müziğe döküyor. Şarkılarının kuşaklarca miras edinilmesindeki sır, sözlerindeki güçlü anlam ve duygularımıza dokunmasında değil mi sizce de?
Plakları geri yerleştirirken hiçbir şarkıcının aslen Fransız olmadığını fark ediyorum. Yıllarca Fransızcayı tanıdığım şarkılar hep göçmen ailelerin çocukları tarafından seslendirilmiş. Fransa başarmış içindeki farklılıkları zenginliğe çevirmeyi. Müzikten, resme modadan dansa Paris sokakları zaten bunun bir göstergesi değil mi? Peki ya biz? Azınlıklarını hazmedemeyen bir toplum olduğumuz için şimdi çoğu sorunla yüzleşiyoruz. Ne kadarımız tanıyor Dario Moreno’yu? Aydın doğumlu dünyaya mal olmuş bu sesi, sadece bir sokağa adını vermekle hatırlıyoruz. Çok geriye gitmeden, Can Bonomo’yu Eurovision’a yollarken söylenen çirkin sözler ve dinine yapılan vurguya ne demeli? “Bir başkadır benim memleketim” şarkısının eski bir Kleizmer bestesi olması duygularımızı değiştirir mi? Tanımadığımız için önyargılıyız her zaman, birbirimizin değerlerine, kültürlerine… Kaybolan küçücük bir candan sonra bile halen Ortaçağ’dan kalan ‘Kan iftiralarını’ referans alıp “Bu çocuğu yaklaşan Pesah Bayramı nedeni ile Yahudiler kaçırmış olabilir?” gibi tweet’ler atan, vicdanını bir yerlerde bırakmış zavallılar var içimizde. Birbirimizin duygularına değebildiğimiz zaman beraber yaşamayı öğreneceğiz. Adım atmak için asla geç değil. Sinagoglarımızı müziğin büyüsüne açmak, ortak sofralarda buluşmak duygularımızı anlamak için bir vesile sadece.
Çıldırmamak veya hayata tekrardan tutunabilmek için hepimiz sanattan güç alıyoruz. Ben bir gece yazarıyım. Gecenin mutlak sessizliğinde en fazla babamın şarkıları güç verir kalemime. Bir Pesah daha geldi, sensiz bir seder sofrasıyla babacığım. İnsan yaş aldıkça kaybettiklerimizi anlamak daha da basitleşiyor. Hayatımıza yeni giren ses ve ışıklarla özgürlük yolunda ilerleyeceğiz bu sene de. Acıları hatırlarken kurtuluşumuza sevinmek kaderimiz değil mi zaten? Hepimizin kuşlar kadar özgür olduğu nice bayramlara, Hag Pesah Sameah!