Uzun bir zamandır etrafıma daha eleştirel gözlerle bakıyorum. Gördüklerimi anlamaya çalışıyorum. Böyle bir ihtiyacım var zira memleketin genel gidişinde kendimi savrulmuş hissediyorum. Pek çoklarımız gibi pusulası elinden alınmış kaptan misali sisli havada rotamı bulmaya çabalıyorum. Sonuçta karaya oturmak da var, derin sularda alabora olmak da.
Böylesi dönemlerde, vapurda ya da metroda yanıma oturan insanların hikâyelerini düşünürüm. Her bir tekilin, içinde yaşamakta olduğumuz gündelik hayhuyla ilgili biriktirdiği dağ gibi tecrübesi vardır… Çözülmesini istediği sorunları, varmak istediği hedefleri vardır. Beklentilerine ulaşabilmek ve çıtayı bir nebze daha yükseğe çıkarmak, rekabetçi dünya koşullarında kişiye maddi, manevi bir tatmin verir.
İşte filmin koptuğu yer de tam burası. Benim varmak istediğim nokta genelin varmak istediği noktadan çok farklıysa, gayretlerim toplumun genelini yukarı çekmeye yetmiyorsa, ya da genel beklentiler benimkilerden büyük sapmalar gösteriyorsa, burada benim adıma sorun var demektir.
Bu tarifi şımarık, kendini beğenmiş bir girişim olarak görmemek gerek. Ancak, dünyaya entegre olmaya çalışan, insani değerlere saygı duyan, işini severek yapan, takım oyununa inanan bir birey olarak, beklentilerimin, nedeni ne olursa olsun sığ seviyelerde tutulmasına razı olmak istemem. İnsanın gelişimine böylesi bir kısıt koymak ona pranga vurmak gibi bir şeydir.
Burada toplumsal standartların gelişmesinden, bireylerin özgürlüklerini sorunsuz yaşamasından söz ediyorum. Ancak, ne yazık ki sıkıntılar hemen kendini gösteriyor. Gazetelerin üçüncü sayfalarına giren kadın cinayetleri ile başlanabilir, örneğin. Feminist değilim. Doğanın yüzde ellisini sosyal yaşamın dışında tutmak, kendisi ile ilgili kararları almasına engel olmak kimin haddine? Tarihçi Bernard Lewis doğu toplumlarının neden geri kaldığını tartıştığı ‘What Went Wrong? – Yanlış Olan Neydi?’ adlı eserinde, kadına olan yaklaşımdaki maço davranışın önemine işaret ediyor. Elbette ki uygar diye adlandırdığımız ülkelerde de kadınlara yönelik cinayetlere varan hak ihlalleri yok değil. Ancak bunların hiçbiri hukuk dünyasında ‘töre cinayeti’ başlığı altına alınmıyor.
Hukuk referansının kadına karşı, olması gerektiğinden daha az duyarlı olması, buna neden olan feodal yapının bir türlü aşılamaması sorunun çıkış noktası. Biat kültürü ile yetiştirilen, aile gururunu yaşamın dahi üstüne koyan ve bunun için insan öldürmenin haklılığını savunan yargılar, bizleri medeni toplumdan uzak tutan önemli noktalar.
Kadın azınlık mı? Değil! Buna rağmen kadının toplumdaki konumu böylesi sıkıntılı. Ne siyasette, ne iş dünyasında ne de bilim dünyasında kadın, olması gerektiği yerde değil. Hal böyle iken, gerçekten azınlık olanların durumları ondan daha kritiktir diye düşünmek gerek... Burada çerçeveyi Yahudi kimliğine kadar indirip mikroskobik bir yaklaşım yapmak istemiyorum, daha büyük azınlıkların durumuna dikkat çekmek istiyorum. Yoksa antisemitizm ve onun bir büyük halkası, yabancı düşmanlığı elbette ayrı konu başlıkları altında ve derinlemesine incelenmesi gereken hususlardır.
Modern toplumlarda bilim önemlidir. Teknoloji kullanımı, haberleşme kanallarının kullanımı önemlidir. Bunların nüfusa oranlanmaları sosyal yapı hakkında genel fikirler verir. Ancak her modern toplum uygar mıdır? İşte tartışılması gereken nokta budur.
Sokaktaki insanın buna yaklaşımının yeterli ve gerekli cevabı üretemediği bir gerçek. Oysa sorunun yanıtı son derece basit. İnsan haklarının şu veya bu nedenlerle uygulanmadığı; teknolojiye rağmen haber alma özgürlüğünün, seyahat etme özgürlüğünün kısıtlandığı ortamlar, sanatın ve bilimin manipüle edildiği toplumlar, modern olsalar da uygar değildirler. Hitler Almanya’sı ya da Stalin Rusya’sı… Birbirinden ölesiye nefret eden bu iki rejim, hiç fark etmez, yığınların yarınlarına hükmederlerken, toplumsal duyarlılıktan uzaktılar. Onlara uygar demek elbette ki olası değildi. Oysa her iki ulus, sanata ve bilime katkı sağlama noktasında, övünülecek geçmişe sahiptiler. Onların tarihi ibret alınacak köşe başlarıyla doludur.