Deniz yolculuklarında, vapurların güverteleri, oyun alanlarına dönüşür. Güneşli havalarda güvertede halka atılır, satranç ya da seksek oynanır. Dalgalar arasında salınan bir gemide salıncağa binmenin tadı ise apayrıdır.
Günlerdir Haliç’te bekletilen Ege vapuru bir hurdacı tarafından satın alındığında, söküm işinde çalışan bir işçi güvertedeki salıncak karşısında duraksar bir süre... Akşam eve döndüğünde, bahçeye çağırdığı çocukları bir ağacın dalına asılı Ege vapurunun salıncağını görünce sevinç çığlıkları atarlar ve ilk binen olmak için koşuşurlar.
Ege vapurunun seferde olduğu 1930 yılının 28 Kasım günü, içindeki çocuğun sesini dinleyen bir yolcu salıncağa oturur ve yerden keser ayaklarını... Salıncağın salınımları, çocukluğunun bir döneminin geçtiği köye götürür onu...
On altı yoksul çocukla birlikte sünnet edildiği günü yeniden yaşamaktadır. Karagöz’ün karşısında gülerken, eve süslenerek getirilen koçların kavrulan etlerinin taşındığı tepsilere takılır gözü. Kıyafetine bakar; kendisi de süsler içindedir.
“Ah babacığım!”
Sünnetçinin karşısındaki acı dolu bu haykırışı üzerine annesi, kısa bir süre önce kaybettiği eşini anımsar ve gözyaşlarını gizlemek için davetliler arasından kuytu bir köşeye doğru uzaklaşır. Sünnet töreninin ardından hokkabazın gösterilerine başlamasıyla neşelerine kavuşur çocuklar yeniden.
Ege vapurunun yolcusu salıncakta değil, bir duvar saatinin sarkacında oturmaktadır sanki. Zaman denilen o kıyısız denizdeki yolculuğunda, toprağı kazıyarak yaptığı oyuncak evdedir bu sefer. Burası bir sığınaktır onun için. Taşlardan yaptığı ocakta pişirdiği yemekleri kız kardeşi ve Çingene çocuklarla paylaşmaktadır. Bir gün ‘Aziz’ adlı arkadaşı ocağı yakmak isterken otlar aniden tutuşur ve oyuncak ev yanmaya başlar. Alevler arasından zorlukla dışarı çıkartır kız kardeşini...
Oyunlarında bir prenses gibi sakınır kardeşi Makbule’yi. Dallardan bir kulübe yapmak için yeniden kolları sıvar. Üç basamaklı bir merdiveni olan kulübe tamamlandığında kız kardeşini içine oturtur ve koşarak uzaklaşır... Geri döndüğünde bir karpuz vardır ellerinde. Karpuzu dilimler ve kardeşine uzatır. Sonra, kulübenin duvarına yaslanır ve gülümseyerek Makbule’nin karpuzu iştahla yemesini seyreder.
Daniel Defoe’nin ölümsüz kahramanı Robinson Crusoe gibi davranmaktadır oyunlarında. O da, hiç sevmediği, canının alabildiğine sıkıldığı köy günlerinde, ıssız bir adaya düşmüş gibi kulübeler yapmaktadır ağaç dallarından. Jean-Jacques Rousseau, Robinson’daki bireyciliği mutlak yalnızlık olarak değil, doğanın yeniden alt edilmesi ve uygarlığın yeniden üretilmesinin bir başarısı olarak görür. Fransız düşünürün bu değerlendirmesi Ege vapurunun salıncağında çocukluk günlerine dönen yolcu için tüm yaşamının bir özetidir sanki!
Salıncaktaki adam, martı çığlıklarıyla kendine gelir... Yolcuların bir kısmı ekmek atmaktadır deniz kuşlarına. Onun da güvercinleri vardı çocukluğunda. Kümes bile yapmıştı onlara. Dallardan, tahtalardan oyuncaklar üretmekte ustaydı. Hatta bir tanbura bile yapmış, üzerine teller takıp çalarak tüm arkadaşlarını eğlendirmişti.
Mustafa Kemal’dir salıncakta oturan yolcunun adı. Kulübeler yaptığı yer de, babasının ölümünün ardından annesi Zübeyde Hanım’ın isteği üzerine gitmek zorunda kaldığı, dayısı Hüseyin Efendi’nin Langaza’daki çiftliğidir. Mustafa Kemal’in, büyük bir göl kenarında olan Langaza’daki günleri, onun hayat ve okuldan uzaklaştığı bir dönem olarak görülse de, burada oynadığı oyunlar gelecekteki başarısının bir habercisidir aslında. Oyunlarıyla benzeştiği roman kahramanı olan Robinson Crusoe’da şöyle bir bölüm vardır: “Ekini biçmek için bir orak ya da tırpan yokluğu çekiyordum. Tek yapabildiğim şey gemiden kurtardığım silahlardan büyük bir kılıcı tırpan yerine kullanmak oldu.”
İnsan öldürmeye yarayan bir kılıcın bir emek aracına dönüştüğü bu bölüm, MÖ yaşamış olan Tibullus’un şu dizelerini anımsatır bana:
Barış çağında ışıldar çapayla saban
Karanlık bir köşede askerin
Korkunç silahları pas tutar.
Tibullus, iki savaş arasında tutsak olmayan bir barış düşünüyor. Düşünürken de, Barış Çağı’nın nasıl gerçekleşebileceğini açıklıyor: Çapa ve sabanın, yani emeğin ışıldadığı bir dünyada yaşanabilir böylesi bir çağ. Bu da ‘kul’ ve ‘köle’ mantığının yıkıldığı, kılıcın paslandığı bir dünyada olasıdır ancak.
Kılıç ve saban... Mustafa Kemal Atatürk’ün de söyleyeceği vardır bu konuda: “Kılıçla toprak ele geçirenler, sabanla toprak ele geçirenlere yenilmekten, sonunda bulundukları yerleri bırakmaktan kurtulamazlar.”
Bağımsızlığın, özgürlüğün emeğe dayalı politikalarla korunabileceğini çok iyi bilen Atatürk, zorbalığa, sömürüye karşı emeğin yanındadır. Sonunda kazananın emekçiler olacağını şu sözleriyle açıklar: “Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lakin saban kullanan kol gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.”
Atatürk’ün bu sözleri, Tibullus’un dizelerinin de felsefesini oluşturmaktadır. 68 kuşağı bu düşüncenin takipçisiydi. Peki ya devrimcilik, sosyalizm adına günümüzde yapılan hatalar, kendi köklerimizden uzaklaşmalar, daha doğrusu devrimci geleneğimizin köküne kibrit suyu dökme çabaları! Tüm bunlara ne demeli?
Bir Atatürk heykeli düşünüyorum: Bir ağaç dalına asılı salıncakta oturmuş, gülümsüyor... Tıpkı, 28 Kasım 1930’da, Ege vapurunun güvertesinde çekilen fotoğrafındaki gibi...
Salıncaktaki Atatürk’ü sallamak için ağacın ve dolayısıyla heykelin bulunduğu alana yalnızca çocuklar girebilir.
Çocukların salladığı bir Atatürk heykeli...
Çocuklar dedim; çünkü bir onların elleri kaldı kirlenmemiş!