“Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin, anlamı yoktur.”
Bu sözlerin sahibi birkaç gün önce hayat veda etti.
Gabriel Garcia Marquez. Adına büyülü gerçekçilik denen, romantizmden ve olağan üstülükten hak ettiği payı almış, yeni gerçekçiliğin büyük ustası, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar...
Bu nasıl bir tarz, demeyin. Büyülü gerçekçilik, normal ya da gerçekçi kabul edilen sanat akımlarında olmaması gereken sihirli ve mantık dışı öğeleri içeren sanat akımı.
Hepimizin hayatı aslında bir masaldan ibarettir. İçinde nasıl olduğuna bir türlü inanamadığımız mucizelerin yaşandığı, ana kahramanların yaptıklarıyla bizi zaman zaman şaşırttığı, Tanrı’nın istediği anda hem de biz hiç beklemezken bir ucundan dokunarak kökünden değiştirdiği bir masal...
İstediğimiz kadar biz yazdık zannedelim, bazen nasıl da müdahalesiz kaldığımızı görerek hayret ettiğimiz, sonunu hiç ve iyi ki bilemediğimiz bir masal... Bu masalı istediğimiz şekilde anlatmak, bizim en doğal hakkımız olmalı. Büyülü bir gerçekçilik içinde...
Büyülü gerçekçilik, ne güzel bir akım adı değil mi?
Hayata büyülü tarafından bakarak onun gerçeklerini bu gözle kabul eden insanların var olduğu romanların, öykülerin çıkış noktası, hissediş tarzı, bakış açısı... Büyülü gerçekliğe uygun yazılarda her şey gerçektir. Okuyucu anlatılanlar karşısında hayretler içinde kalmaz ama aslında anlatılanlar bire bir düşünüldüğünde hiç de gerçek değildirler.
İşte bu akımın babasıydı o.
Rüzgârla uçup giden kadınları, uçabilen ama yükseklik korkusu olan insanları, Pan’la arkadaşlık edip yüzyıllarca yaşayan sevgilileri ve birbirlerine âşık olan kedileri o kadar normalmiş gibi anlatır ki bunlara inanmaktan başka şansınız yoktur. Bu dilin içinde her zaman ironi ve mizah da vardır. Sokakta her gün rastlanan sıradanlıklarmış gibi doğal bir dille anlatılan tüm felaketlere hiç şaşırmadığınıza şaşırırsınız onu okurken. Her şeyin çok tanıdık ama bir o kadar da enteresan olması, okumayı cazip kılan en hoş ayrıntıdır.
Bir insanın hayatın yalnızca mucizevi yönlerini takiple yazdığı birbirinden hoş satırları arka arkaya dizerek bir şeyler yaratması tesadüf değildir. Bu, yeteneğin dünyaya farklı bir yerden el sallayışının en güzel örneğidir. Bu insanlar hayata veda ettiklerinde o şahane düşünme güçleri, o hiç kimseye benzemeyen hissetme yetenekleri, kimsenin aklına bile getiremeyeceği ayrıntıları görme gözleri nereye gider?
Büyülü gerçekçilik, isim olarak da bu kaybolamayacak kadar farklı ve değerli yaratıcılığın en güzel örneğidir, Marquez de bu anlatma yeteneğinin.
Gabriel José de la Conciliación García Márquez; Kolombiya’da 6 Mart 1927’de hayata merhaba dediğinde, onu kimsenin görmediği bir gözle göreceğini henüz bilmiyordu elbette. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladığında, edebiyatın en zor türü sayılan bu türü yeniden yarattı denebilir. Yüzyıllık Yalnızlık, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Aşk ve Öbür Cinler, On İki Gezici Öykü; Türkiye’de de en çok okunan kitaplarıdır.
Yetenek sahibi bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıksa da söyledikleri neyse ki yazılı olduğu için sonsuza kadar aynı büyüyle yaşamaya devam edecektir.
Çünkü yazarın dediğine göre “Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin, anlamı yoktur.”
Marquez’in son mektubu, internette okunma rekorları kırıyor. Sizinle paylaşıyorum:
“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim.
Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekil