Sisli puslu havalar yaratmak ve bunun ardından genelde yabancı düşmanlığı, özelde antisemitimi gündeme yeninden ve yeniden getirmek Yahudilerin tarihi kadar eski. Globalleşen dünyada antisemitizmin de bundan nasibini almayacağını düşünmek saflık olur. İçinden geçmekte olduğumuz dönem tam da bu ‘insanlık suçunun’ rüzgârı arkasına aldığı andır.
Geçen haftalarda Le Monde gazetesinin eklerinin birinde* “Kaotik ortamlar yabancı düşmanlığını arttırır” diye bir ibareye rastladım. Sisin pusun ardına gizlenmişlikler, doğrudur ki, toplumların dengesini bozan, düzgün çalışmasını engelleyen, düşünme yetisine ipotek koyan durumlardır.
Söz konusu ek, gazetenin Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı ile ilgili yaptığı çalışmalardan biriydi. Savaş anları böylesi puslu dönemlerin kan ve barutla harmanlanmış olanıdır. Birinci Büyük Savaş, 19. yüzyıldan beri var olagelen kaotik ortamı bitirecek iddiası ile çıkartılmıştı. Henüz hiçbir taraf böylesi bir felakete hazır değilken, kontrolsüz patlayan düdüklü tencere misali ‘başa gelmiş’ ve neticede ‘çekilmişti’.
Savaşın sıkıntılara çare olarak görülmemesi gerektiği, 1919 Paris Görüşmeleri’nden sonra yavaş ve acı bir şekilde kanıtlandı. Toplumları yönlendiren liderler, savaşların ikincisinde yitirilen 70 milyon insan üzerinden, bunu öğrendiler. Gerçi zaman zaman, aldıkları kararlar, ya da şu veya bu olaya yaklaşımları, hâlâ puslu havalar yaratılmak istendiğini ortaya koyuyor. Rusya ile Ukrayna’nın durumu buna tam uyuyor. Barut kokusunun ortalığa takılı kaldığı puslu bir havada toplumun etnik farklılıkları üzerinden yapılan basit ayak oyunları, kaşınan düşmanlıklar… Batıya kayma arzusu taşıyanlarla, Rusya’ya bağlı kalmak isteyenlerin ülkeyi kuzey güney ekseninde parçalamaya gidecek şekilde kavgaya tutuşmaları, esasen yeni bir zıtlaşma değil. Ancak gelin görün ki, son demlerde savaş rüzgârları yeniden şiddetle esmeye başladı. Ve Yahudi düşmanlığı bu ortamda yeniden hortladı. Gerçi ulusal basında bunun izlerini sürmek olası değil, ancak kah yabancı basın kah Şalom’un sayfaları bu haberlere yer veriyor.
Yahudi düşmanlığı yabancılara olan düşmanlıklar arasında, eskilerin tabiri ile en ‘nev’i şahsına münhasır’ olanı. Bu, Yahudi’nin kendinden menkul bir çekim alanı yaratmasından mı ileri geliyor, yoksa en kısa yoldan nemaya dönüştürülebilmesinden mi, bilemiyorum. Ancak Ukrayna’da olduğu gibi, dünyanın diğer başka noktalarında da, puslu havaların hedefe ilk konan yabancısı olmaya devam ediyor, Yahudi olan…
Ne yazık ki durum ülkemizde de çok değişik değil. Gezi olaylarının hemen sonrasından başlamak üzere, faiz lobisi parantezinde geliştirilen bazı yakıştırmalar, daha sonra Yahudi diasporasına mal edilmemiş miydi. Son dönemlerde ise, Yahudi elemanının dünyanın koca koca ülkelerini, örneğin İngiltere’yi ele geçirdiğini izleyebilirsiniz basının bazı katlarında. Amerika’yı elbette biliyorsunuzdur da, neden İngiltere diye kendi kendinize soruyorsunuzdur.
Malum olduğu üzere, yüz sene kadar önce, Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında – 1917’de - yayınlanan Balfour Deklarasyonu ile Büyük Britanya hükümeti Yahudilere, Filistin’de ulusal bir yuva oluşturmasına yeşil ışık yaktı. Yani “İngilizler Yahudilerle işbirliği içinde Osmanlı’yı burada devre dışı bırakmak için seferber oldular” algısının bugüne olan basit bir aksini görmek mümkün…
Oysa savaşın öncesinde İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kayıt olmuş ve öğreniminin bir kısmını burada yapmış - gelecekteki Başbakan - David Ben Gurion’un, savaş başlarında, Filistin’de yaşayan Yahudi gençlerine Osmanlı vatandaşı olmalarını ve Osmanlı ordusuna kayıt yaptırmalarını telkin ettiğini kimse yazıp çizmez.
Oysa, 1915’te İngilizlerin Lord MacMahon vasıtası ile, Padişah tarafından Hicaz Emiri olarak atanmış Hüseyin Bin Ali’ye “Osmanlı’ya karşı ayaklanma” karşılığı – hilafet dahil neler neler teklif ettiğini kimse yazıp çizmez.
Sisli puslu havalar yaratmak ve bunun ardından genelde yabancı düşmanlığı, özelde antisemitimi gündeme yeninden ve yeniden getirmek Yahudilerin tarihi kadar eski. Globalleşen dünyada antisemitizmin de bundan nasibini almayacağını düşünmek saflık olur. İçinden geçmekte olduğumuz dönem tam da bu ‘insanlık suçunun’ rüzgârı arkasına aldığı andır.
Gelelim Birinci Dünya Savaşı’na: Ülkemde savaşın öncesini, sonrasını anlamaya yönelik, savaş esnasında yaşananları etüt etmeye yönelik hiçbir etkinlik göze çarpmıyor. Muhakkak ki bir yerlerde tarih konuşuluyordur, ancak yine genelden kopuk olarak… Oysa bu savaş sonrası Osmanlı tarih sahnesinden çekildi, Türkiye Cumhuriyetinin önü açıldı. İçinde yaşadığımız bölge yeniden şekillendi ve bugün yaşanan sıkıntıların temelleri atıldı. Eş deyişle, bizleri birebir etkileyen her ne varsa o zaman oldu. Yine de garip bir suskunluk devam edegeliyor. Ne de olsa ilgilenilmesi gereken bir ton iş var.
(*) Le Monde le journal Centenaire