Nokta nedir?
Kalem ucuyla ince bir dokunuş! Ak kağıt üstünde kara bir benek!
Tanımlar, görüntüler bir yana…
Nokta, tüm simgeler içinde en küçüğü olsa da, işlevleri ve zengin çağrışımları açısından bana göre en güçlüsüdür.
Alberto Manguel, “Kelimenin hem gücünün hem de çaresizliğinin bir kabulü olarak, hiçbir şey bu sadık ve nihai benek kadar hizmet etmemiştir.” diyor.
Doğrudur; yalnızca virgüller, noktalı virgüllerle süren uzun bir sözün egemenliğine, işaret olarak nokta bir karşı duruş, kesin bir son veriştir. Bu simgedir akıp giden sözcükleri söze çeviren, belirsizliklere kesinlik kazandıran, yaşama bir anlam katan, ölümü anımsatan…
Bir zaman önce yazdığım Nokta başlıklı kısa şiirimde şöyle söylemişim:
Sürekli soluklandığın /Ara duraklar / Ölüm son nokta
Bir yazar için noktalar, boğuştuğu tümcelerden sonra birer soluklanma anıdır; yeni bir tümceye başlayıncaya kadar… Yazarın bu çabası, metin yazıldığı sürece devam eder, en derin soluğunu son noktada bir “oh” çekerek alır.
Virgül ve noktalı virgül, çok eski çağlardan bu yana kullanılırken, noktanın geçmişi ancak beş yüz yıl geriye gidiyor. O zamana değil bu simgenin eksikliğini iki tümce arasındaki ara boşluklarla ya da tümcenin ilk sözcüğünü büyük harfle başlatarak doldurmuşlar. Sonradan nokta, tüm yazılı metinlerin kahramanı olmuş!
Kaç tür nokta var, diye soracak olursak…
“İki tür nokta var” diyor Özdemir Asaf. Sonra da şöyle sürdürüyor: “Biri önüne ve ardına bakar, / Biri ardına bakmaz,/ Ardını noktalar.”
İnsanın yaşamı da yazılı bir metin gibi… Tüm noktalama işaretleri, işlevleriyle her an yaşantımızın içinde yer almakta, etkin bir rol oynamaktadırlar. Asıl merak edilen yanıt, son noktayı kimin ve ne zaman koyduğudur.
Noktalama işaretleriyle ilgili anlatılan bir öyküyü aktaralım:
Bir gün, bir insan virgülü yitirmiş. O zaman zor ve uzun tümcelerden korkar olmuş ve yalın anlatımlar kullanmaya başlamış. Tümceleri basitleşince, düşünceleri de basitleşmiş. Sonra ünlem işaretini yitirmiş. Alçak bir sesle ve tonunu hiç değiştirmeden konuşmaya başlamış. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyormuş. Hiçbir şey onda en ufak bir heyecan olsun uyandırmıyormuş.
Bir süre sonra da soru işaretini yitirmiş ve artık soru sormaz olmuş. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyormuş; ne evren, ne dünya, ne de kendi yakın çevresi umurundaymış. Bir kaç yıl sonra, iki nokta üst üste işaretini yitirmiş ve olayların nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçmiş. Ömrünün sonuna doğru elinde sadece tırnak işaretleri kalmış. Bu yüzden kendine özgü bir düşüncesi olmadığı gibi yalnız başkalarınınkileri aktarıyormuş. Düşünmeyi unutmuş ve böylece son noktaya ulaşmış.
Tüm söylediklerimiz bir yana…
Her alanda, ilk çıkış noktasıyla son nokta arasında yaratılan bir yaşam öyküsü görüyoruz. Kimi zaman da bu öykünün başkahramanı olarak…