Hafta sonu Tokat yakınlarındaki Ballıca Mağarası’nı gezdim. 3,5 milyon yıllık bir oluşumun görkemini yansıtan mağaradaki sarkıt ve dikitler Gaudi’nin elinden çıkma bir eser gibi görkemli ve endamlıydı. Gezmeye açık bölümlerin uzunluğu 680 metre ve derinliği sadece 75 metre olduğu halde bilinmeze doğru ilerlemek grubumuzdaki insanlarda korku ve nefes sıkışması yarattı. Hatta mağaranın tek giriş çıkış noktası olması ve onun çökmesi gibi oldukça imkânsız bir düşünce yüzünden inmek istemeyenler bile oldu. O mağaranın içinde sakin kalmaya çalışırken ister istemez maden işçilerinin her gün bundan çok daha derine maskelerle indikleri çalışma hayatını ve kızgın kömürlerle başlayan bir yangında çıkışa ulaşamamanın çaresizliğini iliklerimde hissettim. Ve onların madenlere girmesinin ekonomik boyutunun bu riski kaldırır boyutta olması gerektiğini düşündüm.
Risk, tabii ki bazı işlerin doğasında risk var. Riskin varlığı bir sektörü tamamen ortadan kaldırmak anlamına gelemeyeceği için kapitalist düzenlerde risk- getiri arasında doğru orantı kurmak gerekli. Kapitalist düzende iyi işveren, iyi işçi sınıfını doğuruyor. Sektördeki koşullar işçi tarafından ağır ise işveren bunun karşılığını tanıdığı imkânlarla ve aldığı önlemlerle cazip hale getirmeli. Bütün bir ülkenin burjuva gibi yaşaması düşünülemez, ancak işçilerin de yaşam koşullarını iyileştirmek artık kapitalizmin içeriğinde yerini aldı. Batı’da işçisinin haklarını gözeten işveren modeli, artık vahşi kapitalizmin önüne geçiyor. Düzeni lanetlemek gereksiz. Sonuçta yatırım riskini taşıyan işverenin kâr etmesi gereklidir yoksa işten çekilmesi gerekecektir.
Sürdürülebilir ilişki için iki tarafın da aldığı risk orantısında iyi yaşaması hedeflenebilir. Ne kadar ekmek o kadar köfte misali. Maliyet düşüreceğim derken o dengeyi bozan işveren, kalifiye işçiden ödün vermek zorunda kalır. Özenle eğittiği ve verim almaya başladığı işçisini işveren kaybetmek istemez. 301’i gider 301’i gelir şeklinde bir düşünce öncelikle ekonomik çürümeye daha sonra da yaşam standartlarının düşmesine neden olur. Ve işçinin haklarını işverene karşı ‘sözde’ koruyan ancak çoğu zaman başka çıkarları da olan sendikalar sonuçsuz taleplerle iki tarafı da çaresiz bırakır.
Bir bölgede sektörel çeşitlilik olmaması işçi açısından bakılınca çaresizlik olarak algılanabilir. Yani yetenekli işçi memnun değilse gider mantığı seçenek olmayan bölgelerde geçerli değil. Bu tür bölgelerde işçi mecburen şartlara boyun eğer veya bölgede barınamaz. Daha demokratik davranan işletme uzun vadede daha kârlı oluyor sonucuna varıyorum düşündükçe.
Bir de üretimde otomasyon/ işçi dengesine maliyetler açısından bakınca insanı tercih eden bir ülkeyiz. Makineleşmenin işsizliği arttıracağını savunan popülist bir düşünce yapısına sahibiz.
Tercihim, otomasyonun insan hayatının tehlikede olduğu her durumda tercih edilmesidir. İnsan gücünün az ancak nitelikli kullanılması işsizliğe neden olacaktır tabii ki. Bu da coğrafi olarak bazı dalgalanmalara ve hatta nüfus daralmasına yol açar. Belki de batılılaşmak böyle bir şeydir.