Dünya nüfusun son hız artıyor. Artan nüfusun çevreye verdiği zararı ve küresel ısınma felaketinin geri dönüşü olmayan etkilerini BBC HD kanalında seyrediyorum. Karbon ayakizimi nasıl küçültürüm diye düşünüp bazı küçük önlemler alıyor olsam da, kontrol dışındaki gidişe maalesef büyük ölçüde sadece seyirci kalabiliyorum.
Dünya nüfusunun artmasının hemen gözükmeyen bir yan etkisi daha var: Demokrasi’nin ideal yönetim biçimi olduğu, Kapitalizm’in refah artışını en etkin şekilde sağlayacak sistem diye bilinen genel kabulümüzün altını oyuyor. Gerçekten de, en iyi yönetim şekli demokrasi ve en başarılı ekonomik model kapitalizmdir ezberinin bozulma arifesindeyiz.
Azami 120 km gitmek için yapılmış bir arabayı 200 km’de test etmek gibi, imalatçı tavsiyesinin çok ötesinde bir yere doğru zorluyoruz Dünyamızı.
Hızlı nüfus artışı ve küreselleşme bir arada gerçekleşince kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. Hindistan ve Çin gibi ülkelerdeki ucuz işgücü, gelişmiş ekonomilerdeki emeğin kazancını sınırladı. Serbest rekabet ortamında, içeride üretilen mal ve hizmetler pahalı kaldığında, ithalat yoluna gidildi. İşsizlik tehdidi karşısında, sendikalar eski pazarlık gücünü yitirdi.
Bunun en çarpıcı örneklerinden bir ABD’nin Detroit şehrinde yaşandı. Bir zamanlar kartal olan Chrysler, Ford ve GM üçlüsü, rekabetin olmadığı dönemlerde çok ciddi kârlar elde ettiler. Sendikaların da bastırmasıyla artan refah geniş bir tabana yayıldı ve Detroit şehir olarak muazzam bir gelişme gösterdi. Ne var ki, 20-25 yıl içerisinde ithal otomobiller bu üçlüyü tahtında indirince, işsizlik arttı, emekçi kesimine aktarılan kaynak göreceli olarak azaldı ve geçen sene Detroit şehri iflas bayrağını çekti.
Bir yanda yüksek nüfus artışı ile gelen işsizlik, diğer yanda küreselleşme ile gelen acımasız kapitalizm, hem ülkeler arasında hem de ABD ve Avrupa’daki gelişmiş ekonomilerde önemli gelir dağılımı bozukluğuna yol açtı. Bu meyanda, 21. Yüzyılda Kapital adlı kitabıyla ciddi bir çıkış yapan Fransız ekonomist Thomas Piketty, serbest pazar ekonomik modelinde kaynakların en adil ve en etkin bir şekilde dağıtılmadığını, böyle giderse gelir dağılımındaki adaletsizliğin ekonomik büyümeye dahi engel olacağını söylüyor.
İki hafta önceki yazısında başyazarımız da bu konuya değinmiş ve Piketty’nin çözümünün bir nevi global varlık vergisi olduğunu ifade etmişti.
Önce, Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan en son rapora göre, dünya nüfusunun nasıl arttığına ve daha da önemlisi nasıl artacağına bir bakalım:
Yapılan tahminlere göre, dünya nüfusu 2075 senesinde 9.2 milyarla tepe noktasına ulaşacak. Yani, 100 senede dünya nüfusunun 2.5 milyardan 9 milyara çıkmış olacak! 2011 senesinde toplam nüfusun 7.0 milyarı geçtiği biliniyor. Demek ki sadece önümüzdeki 40 senede neredeyse 2 milyar kişi daha aynı sofraya oturacak.
İstanbul’un 1980’deki 3 milyonluk nüfusunun sadece son 30 senede beşe katlanarak 15 milyona ulaştığı bir dönemin sonunda, büyümeden diğerleri kadar yararlanmayan kesimlerin demokratik gücünün nasıl artık belirleyici hale geldiğini görmezden gelemeyiz. Siyaset sahnesindeki en kuvvetli söylemlerin fırsat eşitsizliğine uğramış kitleleri kazanmak için geliştirilmiş söylemler olduğu apaçık ortada. Gelir dağılımındaki bozulma olmasa idi, bu sonuç doğar mıydı?
Keza, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’daki dev nüfuslar hızla arttıkça, bu ülkelerin küresel refah artışından en azından artan nüfuslarından dolayı daha fazla pay almak istediklerinde şaşıracak mıyız?
Serbest pazar ekonomisinin her şeye rağmen en başarılı model olması kabulünde bir değişiklik olmasa da, önümüzdeki orta ve uzun vadeli dönemde yüksek nüfus artışı ve artarak devam eden küreselleşme nedenleriyle, kaynakların ve nimetlerin paylaşımındaki kavganın artacağını tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Piketty’nin bahsettiği global varlık vergisinin artan gelir dağılımı eşitsizliğine merhem olur mu bilemeyiz belki de sosyal baskıyı bir nebze azaltır.
Çoğulcu demokrasilerin başarılı modeller olarak kalabilmesi için gelir dağılımındaki eşitsizliğin olumsuz etkilerini kısmen servet ve veraset vergileri ile, ama özellikle de eğitimde fırsat eşitliği yaratarak hafifletmekten başka yol gözükmüyor.