Yaz mevsimi kapıda! Baharla yaz arası doyumsuz günleri vardır Ege’nin, İzmir’in, Çeşme’nin… O kadar kısadır ki o sayılı günler, ne zaman başladı ne zaman bitti anlayamazsınız bile. Yoğun trafikte 30 saniyeye ayarlanmış yeşil ışık gibidir. Geçtin geçtin. Geçemedin gelecek seneyi beklersin!.. Döngü!.
Meraklısı o özel günleri kaçırmamak dut ağaçlarını izler. Sonbaharda insafsızca budanmalarına isyan edercesine pıt pıt patlamaya başlar yeşil tomurcuklar. Törensel bir başkaldırı izlersiniz. Her saat farklı bir başkaldırı sıralanır birbiri ardına aynı dalın üstünde. Dokunmaya bile kıyamazsınız.
Çocuklarımız heyecanla izlerler bu töreni. Bilirler ki, ilk körpecik yaprak belirdiğinde, bir sene öncesinden bir kutuya veya kavanoza sakladıkları ve kış boyunca gözbebekleri gibi baktıkları ipekböceği yumurtaları patlamaya hazırdırlar. Küçük bir karton kutunun içine dut yaprakları koyup yumurtaları usulca üstlerine yaymanın sırası gelmiştir.
Dut yaprağı koparmak!.. Öyle kolay değildir o yaştaki çocuk için. Aşılması zor bir ikilem yaşarlar. İpekböceklerini beslemekle, körpecik yaprağı koparmak arasında gider gider gelirler!.. Zor sınavdır onlar için.
Sonra da seyretmeye doyamayacağınız bir ritüel başlar. Her akşamüstü okuldan çıkılınca eve girmeden dut yaprağı toplanır. Kuruyan yaprağın yerine özenle yenisi yerleştirilir. Tek bir yumurta bile kaybolmamalıdır. Ayrılamazlar başından. Sabah kalktıklarında hemen bakabilmek için komodinlerinin kendilerine yakın tarafına koyarlar kutuyu uyumadan evvel. Her geçen gün heyecan artar. Bir akşamüstü okul dönüşü çocuğun odasından bir çığlık yükselir. Başkası olsa kıyamet kopuyor sanır ama İzmirli annenin kılı bile kıpırdamaz. Bilir ki yumurtanın biri patlamıştır. Ulema falan sanmayın. Çocuk evde yokken, saatte bir meraklı kaynanalar gibi gidip gidip gelmiştir kutunun başına da ondandır o çok bilmiş havaları!..
Sık tüylü ve siyah bir larvadır gözle görünen. Her hayata gözünü açan hemen başka bir kutucuğa transfer edilir. Doğdukları andan itibaren büyük bir iştahla dut yaprağına saldırırlar. Onlara yaprak yetiştirmek için evde ıslak havlu arasında içinde dut yaprağı stokları yapılır. Larvalar büyüdükçe renkleri açılır. Tüyleri kaybolur. Kadifemsi bir dokunuş oluşur tenlerinde. Çocuklarda heyecan doruktadır. İsimler takılır. Kardeşler arasında ‘şu senin - bu benim’ kavgaları başlar. Gömlek değiştirmeleri apayrı bir seremonidir. Dersler mi? Bu kadar uğraş arasında nasıl ders yapılabilir ki?
İyice büyüyen ipekböceği bir süre sonra kutunun içinde kendine uygun bir köşe seçer. Üst dudağındaki delikten iplik halinde zamk gibi bir sıvı çıkararak kozasını yapmaya başlar. Tırtıl önce kozanın dış kısmını sonra kendi vücudunun etrafını örmeye devam eder ve görünmez olur.
Kozalara yeni bir yuva lazımdır. Bu kez büyükçe bir ayakkabı kutusu(!) seçilir. Hava alması için kapağına delikler delinir. Kozalar oraya taşınır. Tırtıl iki üç hafta içinde kelebek haline gelerek ördüğü kozayı parçalar ve dışarı çıkar. Mucize gibidir Tanrı’nın hikmeti!.. Bir iki gün sonra kelebek yumurtlamaya başlar. Yumurtlamayı bitirince de ölür.
Ve Döngü!..
***
Diğer taraftan başlarda tek bir yaprağı olmayan o görkemli dut ağacının en verimli dönemi başlamıştır. Kelebeklerin hayata veda edişleri ile dut ağacının bal gibi tatlı şifalı meyvelerini tabiata sunmaları aynı döneme rastlar. Yazın son günlerine kadar devam eder o bitmez tükenmez bereketleri. Sonra da yaprakları sararır birer ikişer. İpekböceğinin yaşamını sağlayan, bizlere o doyumsuz meyvelerini sunan o görkemli dut ağacı, hoşça kal der yavaş yavaş çevresine… Yere düşen yapraklarının küfümsü kokusu, hemen yakınlardaki yeni çiçek açan ıhlamur ağacının ya da mimozanın kokusuna karışır…
Ve döngü!..
Biri biterken diğeri başlamaktadır…
***
Geçenlerde bir büyüğümü kaybettim.
Yere, göğe sığdıramadığım kocaman yürekli birini…
Küçükken ikinci bir baba gibiydi. Saf bir sevgi alışverişi vardı aramızda.
Sonraları ‘amca’ sıfatı daha uygun geldi nedense. Birlikteliklerimizde farkında bile olmadan yüzlerce binlerce anı oluştu aramızda. Her biri biraz daha bağladı bizi birbirimize.
Sonraları ağabeyim oldu! Her sorunumu bilen, hepsine çözüm üreten, her başım ağrıdığında yanımda bulduğum bir can dostumdu o benim…
Sonraları ‘İhtiyar’ım oldu! Her ona ‘İhtiyar’ diye seslendiğimde kabul etmeyen bir tavırla ama hep o sevgi dolu sesiyle cevap verirdi. “Sensin ihtiyar!...”
Doğaya âşıktı. İpekböceğini, kaplumbağayı, kediyi sevmenin, dut ağacının tomurcuklarını izlemenin, çiçeklerle, yapraklarla, ağaçlarla konuşmanın üstadı idi. Hisar Cami’nin önünden küçücük bir saksıda aldığı çam ağacı evinin boyunu geçmişti. Üşenmeden didinir uğraşır bahçesindeki şeftali ağacından, yasemininden filizler üretir eşe dosta dağıtırdı. Ektin mi tutardı. Dualarını da birlikte ekerdiniz sanki toprağa! Sonra da hiç beklemediğiniz bir anda, ellerini arkasına kavuşturur uzman bir dedektif edasıyla bahçenizi teftişe gelirdi.
Şimdi daha iyi fark ediyorum. Yalnız doğaya yaklaşımını değil, yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi, affetmeyi, rakı içmeyi, hayattan keyif almayı, mütevazı olmayı, her ihtiyacı olana yardım etmeyi, verirken mağrur olmamayı, alanı mağdur etmemeyi ve daha nice erdemlerini sahneye koydu kendi yaşam oyununda. Arif olan seyreder, anlar, öğrenir ve insan gibi insansa uygular dercesine…
O da kozasını ördü!
Bilinçle… Sükûnetle ve… Cesaretle…
O’nun yerine bir diğeri başladı(!!!…)
Güle güle İhtiyar…
Hoş geldin Prenses..
Ve.. Döngü!..
***
Tuhaf!
Saat sabahın üçü…
Etrafta kimseler de yok…
Ama ben bir fısıltı duyar gibiyim.
“Sensin ihtiyar!..”