Çalışma masamın başında oturuyorum. Yazılarımı doğrudan bilgisayarda yazarım. Annem bunu anlamakta zorlanıyor. “Brouillon yapmaz mısın?” (Müsvedde... Tanrım! Ne kadar eski kaldı bu sözcük...) Taslak yapmaz mısın, diye ısrar ediyor. Taslak yapmanın işleri daha da zorlaştırdığını algılayamıyor.
Yazımı yazmam gerekiyor ama aklım karışık. Eşimin bana yardımcı olmak için biriktirdiği, en sevdiği rabiler tarafından kaleme alınmış makalelere bakıyorum, ama sadece bakıyorum... Bana konuşmuyorlar. Kendilerini bana açmıyorlar. Kafam fazla dolmuş, boşaltamamışım bir türlü. Fazla uzun zamandır tatil yapmadan çalışıyorum.
Kendimi bugünlerde Ortaçağ’da gibi hissediyorum. Her kötülüğün anası Yahudiler. Her olup bitenin arkasında, altında onlar var. Meğer ne güç varmış Yahudilerin elinde. İyi ki Yahudi doğdum. Öyle olmasaydım, bu güç arayışı, içimde kalacaktı doğrusu.
Yahudi erkek karısına niye şiddet uygulamaz, hiç düşündünüz mü? Gücün elinde olduğunu bilir de ondan. Güçlü kişi, gücünü yumruklarından almaz. Yahudi kadın niye kocasından dayak yemez peki? Güç ondadır da ondan. İsterse bir denesin, erkeği ona el kaldırmayı. Hakikaten güçlü olduğunu bilen kişi, garip bir sükûnet ve bilgelik duyar.
Beni en çok şaşırtan, avazı çıktığınca haykıran, bazen bir bankonun arkasında oturan ve bazen üniforma giyen kadın görüntüleridir. Yahu, otoritesiniz siz, güç sizde, gerekirse belinizde silah, elinizde kelepçe, o kulakları tırmalayan sesle ne bağırıyorsunuz? Sıkıştırmışınız suçlu gördüğünüz kişiyi köşeye, yanınızda erkek meslektaşlarınız, niye yaygara ediyorsunuz?
Sanıyorum ki sorun, insanın kendini hep eksik görmesi ve bu eksikliğin sorumluluğunu bir başkasına yükleme ihtiyacı duyması.
Uzaklaşmam gerekiyor buralardan bir müddet. Yahudilere karşı paranoyaya varan suçlamaları duymayacağım bir yer var mı dünyada? Hayatlarını bir avuç kömür uğruna feda eden madencilerin çalıştığı madenin sahiplerinden birinin damadı Yahudi imiş... Zincirleme tamlamanın uzunluğuna bakın. Zincirleme sorumluluğun nereye kadar uzanabildiğine de...
Gözlerimi kapadığımda kendimi uzun bir yolda hızla giderken görüyorum. Önce gri asfalt kayıyor, sonra tarlalar, tarlalar, tarlalar... Derken bir ağaç. Tek başına. Çocukların, ağaç deyince aklına gelen türden. Orantılı ve tepesi yusyuvarlak. Dümdüz arazide öylece duruyor. Sormam gerekiyor: Neden yalnızsın, ey ağaç? Yok mu kimin kimsen, akranın? Yalnızlık yakışmamış sana.
Sormak isterim ama yanıtını da bilirim aslında. O, dokuz köyden kovulan ağaçtır. Doğruyu söylediği için değil, doğruyu temsil ettiği için. Cezalıdır. Cezası, hiçbir yerin ortasında, tek ayak üzerinde, tek başına durmaktır. Toprağından sökülmüş, ormanından sürülmüştür benim ağacım. ‘Soyunun dölü’ demiştir bir büyük kişi ona. Anlamamıştır ‘döl’ ne demek. Anlamamıştır ama kovuğuna oturmuştur o laf. İyi bir şey kastedilmediği bellidir çünkü. Oysa Yaratan’ı ona, ulusların üzerinde bir ışık olacağını söylemişti zamanında. Orantılı, derli toplu olmasının, dik durmasının nedeni buydu.
Ağacım attı kendini yollara, deli deli dolaştı. İlk kez gelmiyordu başına bu. Ne zaman bir koruya rastlasa, diğer ağaçların arasında katılsa, onlar gibi dursa, onlara uysa, çıkarmış bir büyük kişi, parmaklarını dal gibi uzatıp, ‘Sen farklısın, git!’ diye bağırırmış.
Deli deli dolaştı ağacım, yalnızlığını unutacak, köklerini daldıracak mekân arayışında. Sonunda aklınca cezasını çekeceği yere geldi. Hiçbir yerin ortasına dikiliverdi. Gölge olurdu belki tarlada çalışan insanlara. Gövdesine yaslanırlar, sularını içerlerdi kana kana. Sıcakta içleri geçer, hafifçe kestirirlerdi bile, olur ya! Ağaç da olsa, bir işe yaramalıydı.
Yine de bilirdi ki, hiçliğin ortasında bile dursa bir başka büyük adam gelecek ve onu yine kovacak. Benim ağacım da deli deli, yollara koyulacak, köklerinin kimini bırakarak, kalanlarından toprak sarkarak, koyulacak yollara topallayarak, ağlayarak, deli deli.