“Ağlamayın, üzülmezler ama kızarlar”

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
11 Haziran 2014 Çarşamba

Soma felaketinin sonrasında 1999 felaketindeki çalışmalardan bazı çıkarımlarımı günümüze yararlı olacağı düşüncesiyle aktarıyorum


Çadırın kapısındaki yazı hepimizin dikkatini çekmişti. Grubumuzdaki Türkçe bilmeyen meslektaşlarımıza çevirisini yaparken anlamını çözmeye çalışıyorduk: “Çocuklar ağlamayın; sonra öğretmenleriniz üzülüyor.”

Deprem bölgesindeki hayatı normal akışına döndürmek travmanın etkisini hafifletmenin ana yollarından birisi olduğundan, bu amaçla çocukların gündelik hayatını düzene sokacak çadır okullar kurulmuştu. Okul mevsimi henüz gelmediğinden, öğretmenler liderliğinde ve gönüllülerin eğitimci olarak yer aldığı bu çadır okul ve çadır yuvalarda çocuklar hem güvende hissettikleri, hem başka çocuklar ve güvenilir yetişkinlerle beraber oldukları bir ortam buluyorlardı. Ancak okullarda çalışanların önemli bir bölümü yerel halktandı; depremin doğrudan etkilerini hafif yaşamış, kendi canı malı fazla zarar görmemiş olsa da, komşusu, akrabası ölmüş yaralanmış, bildiği yaşadığı kent dokusu tarumar, hayatı alt üst olmuştu. Kimsenin gözyaşını kaldıramayacak kadar dolup taştıkları acı duygusu tahammüllerini bitirmişti. İşe yarar bir şeyler yaparak ayakta durmaya çalışıyorlardı. Çadır yuvaların ve okulların kuruluşuna önayak olan gönüllülerin varlığı onlara bu nefes alma olanağını vermiş, onlar çocuklara nefeslerini aktarmışlardı; ama daha ötesi yoktu. Ağlamalarına dayanamıyor, başka birisinin acısını hissetmek bile istemiyorlardı.

Acı’nın ifadesine imkân ve fırsat veremeyecek kadar acı içindeki öğretmenlerin yanında birkaç saat oyalandık. Çocukların oyunlarına katıldık. İstanbul’dan gelmiş birkaç gönüllü kendilerinin de giderek yerel öğretmenlere benzer bir duygu durumuna girdiklerini anlattılar. Gözleri kolayca nemleniyor, sesleri titriyor, bazen de gülüverecekmiş gibi oluyorlardı. Gerçek kayıplar yaşamış insanların yanında, hele acılarını dindirmeye geldikleri bir yerde acılarını ifade etmeye kendilerinde bir hak görmediklerini söylediler. Günlerdir ilk defa yanında ağlayabilecekleri birilerinin olmasından rahatlık duymuşlardı. Adlarımızı biz çadır okuldan ayrılırken öğrendiler.

***

Adapazarı merkezindeki meydana geldiğimizde alanda kurulmuş çok sayıdaki çadırın arasında bir süre dolandık. Ortalıkta kalabalık edip işleri bozmak istemiyor, bir yandan da ne işe yarayabileceğimizi düşünüyorduk. Başka felaketlerden tecrübeli Amerikalı, İsrailli, Hollandalı meslektaşlar sırf bir işe yaramak dürtüsüyle kalkıp gelmişlerdi. Beraberce ‘ne yapabiliriz’ sorusunun yanıtını arıyor, afetin etkilerini gördükçe üzerimize çöken acıyı birbirimize sezdirmemek gayretine girmiş olduğumuzu sonradan görebildik. Gözlerimiz çakmak çakmaktı, ama üzülmek, ağlamak yerine kendimizi tutup yürütülebilecek terapi programlarını tartışmaya başlamıştık. Ama adeta saatler içinde huyumuzda bir değişiklik olmuştu. Yolunda gitmeyen en ufak bir şey olduğunda, o karmaşanın içinde bile, o sıradan aksiliği yadırgayıp sağa sola gergin tepkiler veriyorduk. Aramızda afetlerde ruh sağlığı alanında en tecrübelilerden olan Leo, “Öfke, ifade edilmeyen acının yerini hemen doldurmaya başlar” diyerek konuyu açtığında, kusarcasına ağlamayı becerebilsek o an öyle yapacaktık. Bir yarım saat kadar üzüntüyle olduğumuz yerde kalakaldık.

İçinde olduğumuz grupta sadece psikiyatrlar, eğitimciler ve psikologlar yoktu; sinemacılar, karikatüristler, üniversite öğrencileri ve değişik mesleklerden gönüllülerle beraberdik. Depremin yol açtığı travmatik durumu anlayabilmemizi sağlayacak bilgilerle donandığımız değişik ülkelerden (İsrail, ABD, Hollanda) gelmiş uzmanların katkısıyla İstanbul’da iki gün süren bir seminer düzenlemiştik. Depremzedelerin ruh sağlığını koruma amaçlı olarak ne yapacağımıza karar vermek üzere Değirmendere, Gölcük ve en son Adapazarı’na gelmiştik. Çadırlarda süren eğitim ve ilk psikolojik destek çalışmalarını ziyaret edip, yapılanlara neler ekleyebilirizi araştırırken, önceki iki gün boyunca edindiğimiz donanımın olayın büyüklüğü karşısında eriyip gittiği hissine kapılmıştık. Ataletimizi sinemacı arkadaşımız Leyla Özalp kırdı, bizi meydanda kurulu çadırların arasında eğitim-senli öğretmenlerinkine doğru adeta iteledi.

Öğretmenlerin çoğu depremden doğrudan etkilenmişlerdi; arkadaşlarından, ailelerinden ve öğrencilerinden hayatlarını kaybetmiş çok kişi vardı. Canlı ve gergin ruh hali çadırdaki ağır havanın mahzunluğuna hiç uymayan bir öğretmen kızgın bir tonda ama derli toplu konuşmaya başladı. Kentteki durumu, insanların moralini, öğrencilerinin halini bize heyecanla bir yandan da gözlerindeki yaşları silerek bir çırpıda anlattı. Çocukların ve ailelerinin ruh sağlığı ile ilgileniyorsak, durum çok kötüydü; bir şey, çok şey yapılması gerekiyordu.

Duruma uygun bir şey yapmak, yeni bir şey geliştirmek kolay değildi. Düşünmeyi erteledik; bakacaktık. Yetişilecek uçaklar vardı. Ayağa kalkıp çadırdakilere veda ettik, ilerlemeye başladık ki öğretmen arkamızdan bağırdı: “Nereye gidiyorsunuz? Bir şey yapmayacak mısınız? Neden geldiniz o zaman?”

Ekipteki psikologlardan Leo Wolmer, “Adını sorar mısın?” diye benden tercüme desteği istedi. “Geleceğiz tekrar ve seninle buluşup çocuklar ve aileleri için ne yapacağımızı konuşacağız,” diye ekledi.

Telli öğretmen ve arkadaşları ile beş gün sonra tekrar buluştuk.

Toplumsal olsun, bireysel olsun bir afet ya da felaket sonrasında tekrar toparlanmak için ‘olağan’ dönemlerdeki yöntem ve örgütlenmelerin dışına çıkmak gerekiyor. Biz de o döneme, çocuk ve genç ruh sağlığının korunması ihtiyacı olan geniş bir kitleye aynı anda ve kısa zamanda az sayıda uzman kişiyle destek olma yollarını bulmak için oturup dinleme modelinin dışında bir yol aradık. Ölüm neredeyse her eve uğramıştı. Travma, yas ve kayıpların derinliğini arttırarak etkisini gösteriyordu. Çocuklar aileleriyle birlikte travmatize olmuşlardı. Öğretmenler ve aileler şaşkındı, çaresizdi.

Çalışacağımız bölgedeki binlerce çocuğa nasıl destek olacağımızı düşünürken, ilk gün rastladığımız Telli öğretmen bize ilham kaynağı oldu. 1999 depreminde okulları ruh sağlığını koruma ve müdahale alanı olarak kullanmaya karar verdik. Tel Aviv’den Profesör Nathaniel Laor ve Leo Wolmer ile beraber Türkiye’den gönüllü birçok meslektaşımızın (örn. Meltem Kora, Deniz Yücel, Coya Mizrahi, Belgin Temur, Ceyda Dedeoğlu) katılımı ile yürüttüğümüz bu proje daha sonra başka doğal ve insan eliyle oluşan felaketlerde bir müdahale modeli olarak da kullanıldı.

Öğretmenler müfredatın bir parçası olarak hazırladığımız travmanın etkilerini anlamaya ve gidermeye dönük mesajları ve zihinsel alıştırmaları sınıf içinde uyguladılar. Öğretmenlerin ve anne-babaların çocuklarıyla beraber ve acılarına tahammül ederek zaman geçirebilecekleri zaman dilimleri ve mekânlar oluşturduk. Aileler ve öğretmenlerle beraber çocuklar kendi parklarını inşa edip, kendi oyuncaklarını ürettiler. Birbirlerine iyileştirici sözler söylemeyi, dertlerini anlayıp kabul etmeyi öğrendiler.

Yaklaşık üç buçuk yılın sonunda bu müdahale programının bir faydası olduğu aşikârdı; ancak daha az yoğun çabalar gösterildiğinde bile travmatize olmuş çocuk ve ailelere bir fayda sağlamaktaydı. Programın yoğun ve kapsamlı biçimde uygulandığı ‘İsrail köyü’ (prefabrik yerleşimler kurulmasına destek veren ülkenin adıyla anılıyordu) dışında, programın sadece toplum eğitimi kısmının uygulandığı komşu yerleşimlerde de (‘Japon köyü’ gibi) travmatize olanların sıkıntılarında bir hafifleme olmuştu. İnsanların travmaya bağlı semptomları zamanın da etkisiyle ilk aylara göre daha azalmıştı; işlere güçlere dönülmeye çalışılıyordu. Ancak öğretmen-aile-çocuk koruyucu programında yer almış olanlardaki iyileşmenin semptom azalmasının ötesinde olduğunu saptadık. Aradaki zaman diliminde yaşamaktan aldıkları keyif çok daha erken gelmiş, okula, işe ve hayata dönüş daha çabuk gerçekleşmiş, iyileşene kadar geçen süre kısaldığı için hayat ile ilişkileri daha hızlı normalleşmişti. Aileleri ve yakınları, öğretmenleri ve arkadaşları ile paylaştıkları acıların hayatı engelleyiciliği çok azalmış, gelişim hamleleri gecikmesiz gerçekleşmişti.

Soma’daki veya ülkemizde sıkça olan değişik felaketlerden etkilenen başka yerlerdeki çocuklar ve ailelere psikososyal destek deyince birçoğumuzun aklına gelen ‘muayene ve tedavi’ tipi yardıma ihtiyacı ve önceliği olan çocuklar mutlaka olacaktır. Ancak geniş kitlenin ‘çok hasta’ olmasalar bile yaşadıkları kayıpların sızısıyla yıllarca zorlanacağını düşünürsek, çocuklara verilecek psikososyal desteği ‘psikologlar psikiyatrlar gidip çocuklarla konuşsun’dan çıkartıp, zamana yayılmış ve yaşanan felaketi ve hayatlarına etkisini anlamalarına dönük her faaliyeti içerecek şekilde tanımlayabiliriz.

 

Not: Soma faciası sonrasında ruh sağlığına etkileri hakkında daha teknik bilgileri içeren bilgi derlemelerini

www.yankiyazgan.com’dan okuyabilirsiniz.