O şehir ki ‘parlak’ tarihinde Dar-ül Karar (Kıyamete kadar yaşanacak şehir), Dar-ül Mülk (Başkent), Dar-ül Meymene (Ordular Kenti) isimleri ile anılmış; çok değil bir iki nesil öncesine kadar kalabalık bir Yahudi nüfusu barındırmış... Gitmesek olmazdı...
Her zamanki gibi dostları yanımıza katıp yine düştük yollara. Bu defa istikamet Edirne, nam-ı diğer ‘Dan der ne.’ Şunun şurasında Türkiye’de kaldık bir avuç insan. Berikine sorarsın, “kökenin neresi?” diye. “Çanakkale!” Daha ötekine sorarsın kökeni, “Dandirne.” Yakın geçmişte maalesef o sebep, bu sebep göçmüşler, göç etmek zorunda kalmışlar. Doğup büyüdükleri topraklardan kopup, koparılıp gelmişler İstanbul’a. Doğup büyüdüğü topraklara hasret duymayan yoktur herhalde. İşte o yaşanmışlıkları bilenlerin son temsilcilerini, çocuklarını, torunlarını götürdük ‘Dan der ne’ye.
İlk ziyaretimiz eski Yahudi mezarlığına oldu. Bir ‘maalesef’ de burada; mezarlık son derece bakımsız, korumasız ve kaderine terk edilmiş durumda... Pek çok tanıdık soyadı var. “Duyardım” diyor birisi bir mezar taşındaki isme bakarak, “Papumun babası Edirneliymiş… O mu acaba?” Bir başkası daha, birileri daha hâlihazırda taşıdığı soyadını görüyor taşlarda... Köklerimiz, atalarımız... Karışık, tuhaf duygular... Yattıkları yer bu durumda iken ne kadar işe yarar bilmem ama bahcuvan Yako, sütçü Salamon ve daha niceleri için; ruhlarının cennette ebediyete kadar huzur içinde olması için küçük bir dua edip ayrılıyoruz.
Yolda eski bir Edirneli olan Rav Leon Adoni ile tatlı bir sohbet başlatıyor. Kendisinin de buralarda yetiştiğini, zamanın pek çok başarılı hahamının Edirne’den Türkiye’ye dağıldığını, o zamanlar Edirne’nin İstanbul’dan daha ileri bir seviyede olduğunu... İstanbul’da açılamaz iken ilk laik Musevi mektebinin Edirne’de açıldığını anlatıyor, o günleri yeniden yasayarak, yaşatarak. Yavaş yavaş büyük Edirne Sinagogu’na varıyoruz. Gördüklerimiz karşısında etkilenmemek mümkün değil. Zümrüd-ü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasına tanıklık ediyoruz... Bu benim Edirne’ye altıncı gelişim. Sinagogun eski günlerini hiç görmedim ama ilk gittiğimde sadece ön cephe duvarı, içe doğru çökmüş bir çatı, çökerken de yan duvarları da yıkılmış harabe bir yapı vardı. Sonraki gelişlerimde uzun süre ciddi bir ilerleme görmemiştim, ama bu defasında orijinalinin tıpkısının aynısı şeklinde yürütülen restorasyon çalışmaları nihayetinde meyvesini vermiş... İçinin muhteşem dekorasyon boyaları dahil pek çok şey bitirilmiş... Tebrikler emeği geçen herkese (Bir tebrik de Rubi Asa’ya).
Edirnelilerle, Edirne Sanayi ve Tic. Odası’nın görkemli salonunda buluşuyoruz. Salonda başta bu dönem ve geçmiş dönem belediye başkanları, sanayi odası başkanları bizleri ikramlarla ve çok sıcak bir şekilde karşılıyorlar. Eski Edirnelilerle bir araya geliyoruz, duygusal anlar yaşanıyor. Sohbet ortamında soruyor içlerinden biri; Edirne’nin nesi meşhurdur? Cevap veriyoruz; ciğeri diye. “Başka?” diyor... “Peyniri” diyoruz... Bir de badem ezmesi diye ilave ediyor kendisi... Peki, neden bu sorular diye düşünürken Edirneli dostumuz anlatıyor: “Yahudilerin Edirne kültürü ve yaşantısı üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Bugün Edirne’nin simgelerinden olan peynir ve badem ezmesi, nesiller önce Yahudilerin buraya gelip yerleşmesinden sonra üretilmeye başladı. Bugün pek çok meşhur ve köklü markanın geçmişinde Yahudi ustalar ve müteşebbisler vardır... Bizler burada hep birlikte dostça, kardeşçe bir yaşam sürdük, hep beraber eğlendik hep beraber hüzünlendik. Cuma-cumartesi günleri çok soba yaktığım, ışık açtığım olmuştur. Sizler bizlerin eski değil eskimeyen dostlarısınız.” Sohbet koyulaşarak devam ediyor. Bizleri geri çağırdıklarını, Kaleiçi bölgesinin çok kıymetleneceğini, bizlerin eski mahallelerimizden yeniden evler alarak buraları canlandırmaya katkıda bulunmamız isteniyor...
Lokantamız nehir üzeri, yemek bahane ortam şahane. Huzur, göz banyosu, sohbet, lakırdı... Burada yazamam ama Edirne’nin meşhurlarından yiyoruz işte. Anladınız siz onu. Keyifle yemeklerimizi yerken vakit ilerliyor. Koskoca Edirne’de gezilecek, görülecek o kadar çok yer var ki, bunların her biri o kadar güzel ve kaçırılmayacak yerler ki, kalan sınırlı sürede seçim yapmakta zorlanıyoruz. Mecburen ‘top of the top’ olanlara zaman ayırıyoruz. Külleye ve şifahaneden sonra Mimar Sinan’ın müthiş eseri olan, ihtişamından etkilenmemenin mümkün olmadığı Selimiye’ye gidiyoruz. Dostlarımızdan biri bu eserin Osmanlı açısından, mimari açıdan, dini açıdan farklılıklarını ve önemini anlatıyor. Yer darlığından bu güzel ve özel bilgileri paylaşamıyorum.
Tek tavsiyem Edirne’ye gitmediyseniz bu hafta sonundan tezi yok atlayın arabanıza, hay wey üzerinden 2 saat sonra oradasınız (Yolda radara dikkat). Külliye, şifahane, Kaleiçi bölgesi (wans epon e taym Yahudilerin yoğun yaşadıkları mahalle), sinagogu, saraçlar caddesini, Ali Paşa Çarşısı’nı, Karaağaç bölgesini, Lozan anıtı, tattığı tren istasyonunu mutlaka gezin... Peynirinizi, badem ezmenizi mutlaka alın. Eski ama eskimeyen dostlarla mutlaka sohbet edip Edirne’nin olmazsa olmazı ‘adı lazım değil’den mutlaka yiyin... Demedi demeyin... Ve hep sevgiyle kalın...