İlk yazı ateşte pişirilen kil tabletler üzerine yazılmıştır. Sümer tabletlerinin bozulmadan günümüze kadar ulaşmasında başrol ateşindir. Yazının topraktan arınıp gökyüzüne çıkmasının adı da, Ramazan gecelerinde camilerin iki minaresi arasına kandillerle kurulan mahyalardır. 1600’lerin başında, ateş ve yazının toprağı geride bırakarak, yıldızlara doğru İstanbul’da başlayan bu yükselişi, bilgiye değer veren toplumların uzayın keşfinde öncü olacağının habercisi gibidir.
Aydınlanma tarihinde bilgi birikimini gelecek nesillere taşıyan yazı, Ay’a insanın ayak izini bırakmasını sağlayan en önemli güçtür. Sümer tabletlerindeki ilk yazı örnekleri de kuşların ayak izlerine benzemektedir. Sümer tabletleri bu görünümüyle, okuyan, bilginin rehberliğinde yol alan toplumların arkasında ateş saçarak giden roketlerle, gökyüzünde yükseleceğini gerçeğinin pusulasıdır. Bu yüzden mahyaları, yazının kuşların ayak izine benzeyen ilk görünümünden, insanın Ay’da bıraktığı ayak izine kadar geçen süreçte, ateş ile olan dansının en önemli sayfaları olarak ele almalıyız.
Mahya bir Türk icadıdır. İslam kültürünü yaşayan kentler arasında da yalnızca İstanbul’a özgüdür. Mahyacılığın kökeninde de, eski eğlence hayatımızda önemli bir yere sahip olan havai fişek gösterileri yer alır. Maketlere bağlanarak fırlatılan fişekler, gecenin siyah perdesi üstünde bir anlık da olsa ışıklı resimlerin görünmesini sağlıyordu. Çünkü fişekler sayesinde gökyüzüne yükselen maketler gemi, at, kale, ağaç, çiçek gibi şekillerden oluşuyordu.
Havai fişek gösterilerinin kökeni Uzak Doğu olduğunu biliyoruz. Bu tür ışık oyunlarının İstanbul’da yaratıcı zekâmızla buluşması sonucu mahya sanatın ortaya çıkışını çok iyi analiz etmeliyiz:
Her şeyden önce, iki minare arasındaki boşluğu bir kâğıt gibi gören düşüncenin şifresini çözmeliyiz. Minare, ‘nur’ sözcüğünden gelmektedir ve anlamı ‘ışık’tır. Bunun da nedeni minarelerin eski dönemlerde sadece ezan okumak için değil, yakılan ateşlerle aydınlatma amacıyla da kullanılmasıdır. İnsanlığın geleceğini aydınlatan yazının, gökyüzüne iki minare arasından yükselmesine rastlantı demek, büyük bir yanılgıdır. Mahyalardaki yazıların ya da resimlerin uzunluğunu, şeklini ve içeriğini belirleyen, kurulacağı caminin iki minaresi arasındaki alandır. Bu alan mahyalarda üstüne yazı yazılan ya da resim yapılan bir kâğıt gibi ele alınmıştır. İyi, hoş, güzel de, yazıyı iki minare arasına çıkarmanın ilk adımı ne olmuştur?
Bu sorunun yanıtı, Defterdar Nazlı Mahmut Efendi’nin, Eyüp semtinde yaptırdığı caminin minaresindedir!..
Döneminin ünlü hattatlarından olan Mahmut Efendi, 1541 yılında Mimar Koca Sinan’a yaptırdığı caminin kitabesini bizzat kendisi yazmıştır. Bu caminin yeryüzündeki tüm tapınaklar arasında apayrı bir yeri vardır. Sunay Akın okurlarının çok iyi bildiği bu özellik, minaresinin tepesine hilal yerine, yazı araçları olan hokka ve kalemin konulmasıdır. Böylelikle Defterdar Camii, yeryüzünde en üst noktasında yazı, bilgi, daha doğrusu aydınlanma araç gereçlerinin olduğu tek mabet olma ayrıcalığını ve haklı olarak da gururunu taşımaktadır.
İlk mahyanın 1603 – 1617 yılları arasındaki I. Ahmet döneminde kurulduğu konuyla ilgili yazılarda okunur. 1578’de İstanbul sokaklarında gördüğümüz Alman gezgin Schweigger’in seyahatnamesinde, iki minare arasında kandillerle kurulmuş bir mahya gravürünün varlığı ve minarelerin kandillerle süslenme geleneği bilinse de, mahyanın başlangıcı olarak I. Ahmet dönemi kabul görmüştür. Bu tartışmanın dışında önemli olan, Defterdar Camii’nin minaresine hokka ve kalemin konuluşunun tüm bu tarihlerden daha önce oluşudur. Hat sanatı gibi bir geleneğin olduğu toplumda, iki minare arasına yazıyı taşıma düşüncesinin oluşmasında bir adım olarak Mahmut Efendi’nin minarenin tepesine çıkardığı yazı araçlarının algısı yadsınamaz! Yazının kendisinden önce yazı araçlarının bir minaresine çıkarıldığı İstanbul, mahyanın doğduğu yer olmayacaktı da, bu unvanı hangi kent taşıyacaktı?
Defterdar Camii’nin minaresindeki hokka ve kalemin olgunlaştırdığı düşünce zaman içerisinde mahyayı yazan ele dönüşecektir. Mahmut Efendi’nin yaptırdığı caminin minaresine koydurttuğu hokka ve kalem, mahya düşüncesinin doğuşundaki en önemli ilham kaynağıdır. Bunu anlamak için de, İstanbul denilen bu büyük satranç masasında birer oyun taşı olan tarihi eserler arasında birbirini tamamlayan hamleleri görebilmek gerekir.
Hat sanatında yazıyla resim yapma geleneği III. Ahmet döneminde mahyalarda ayrışacak ve Ramazan ayının ilk on beş gününde camilerin üstünde yazı, sonrasında da resim görünecektir. İstanbul’a gelen yabancı gezginler arasında Ramazan ayına denk düştüğü için mahyalardan söz edenler vardır. Ama resimli mahyaları anlatan İngiliz yazar Julia Pardoe’dur.
1835 yılının 30 Aralık günü gemisi Haliç’e demirleyen Pardoe, İstanbul’daki ilk gecesinde tanık olduğu resimli mahyaları bakalım nasıl anlatıyor: “Akşam oldu ve büyü derinleşti. Şehre varışımız Türklerin Ramazan ayına denk gelmişti. Çevremiz alaca karanlığa büründüğünde, bütün camilerin minareleri birden bire parlak ışıklarla aydınlandı. Hiçbir şey bu manzaradan daha sihirli bir tesir icra edemezdi; karanlık, bu ruhani sütunların zarif hatlarını gizlemiş ve neredeyse en uçta minareyi kuşatan ışık halkaları, canlı elmaslardan müteşekkil üç katlı bir taç teşkil etmişti. Bunların altında – aradaki boşluğu dolduracak şekilde – harika bir sürat ve dakiklikle birbirini izleyen ateşten desenler sallanıyordu: İşte bir ev, şimdi bir grup servi, sonra bir gemi veya çapa ya da bir buket çiçek. Bu değişiklikler, sonradan keşfettiğime göre, son derece basit ve tabii bir usulle yapılıyor. Minareden minareye kordonlar çekiliyor, bunlara lambaların bağlandığı kordonlar asılıyor ve önceden tayin edilen biçimde bunların indirilip kaldırılmasıyla, İstanbul hiçbir Avrupa başşehrine benzemeyen, sihirli hareketli görüntülerle ışıklandırılıyor.”
Resimli mahyaların kuruluşunu anlatanlardan biri de Sermet Muhtar Alus’tur. Yazar, 28 Ekim 1939 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan ‘Mahyalar, Sahurlar’ yazısında İstanbulluların resimli mahyalar karşısında kendi aralarındaki konuşmaları şöyle dile getirir:
“- Dablumbazlara bak, yandan çarklı vapur yapılıyor!
- Onlar tekerlek ayol, top arabası olacak!..
- Nargileye benzeteceğim amma!..
- O mekruh şeye ne lüzum, mis gibi kule!..
- Çörçöp… Teneşir tahtası resmediyorlar!..
- Ha şunun köprü olduğunu anlama!..”
Işık ve sanatın birlikteliğinde, resimli mahyaların hayal dünyasındaki değerini anlamakta ve hak ettiği değeri vermekte çok geç kaldık. Bunun sonucunda da, sanat ve ışık Tanrısı Apollo’nun adı, doğduğu topraklar olan Anadolu’nun çok uzağında, Amerika’da, Ay’a insanları ulaştıran roketlerin üstüne yazılmıştır.