Sevgili Leyla Navaro gazetemizin 11 Haziran tarihli sayısında yayınlanan ‘Durdurun Şu Dünyayı İnecek Var’ başlıklı yazısında zaman içinde hedeflerini çok yükseğe koyan toplumların –tıpkı bizler gibi- hedefe ulaşma hırsı ile kendilerini, ailelerini, çevrelerini yıpratarak tükenmişliğe taşıdıklarını çarpıcı bir dille yeniden gözlerimize, düşüncelerimize soktu.
Yine geçtiğimiz hafta Kibele Galeri’deki retrospektif sergisi için bir araya geldiğimiz sevgili Prof.Meriç Hızal öğrencilerinin toplumdaki durumlarını anlatırken ‘rağmen yaşadıklarını’ dile getirmişti. ‘Rağmen’; tüm zorluklarına rağmen, tabulara rağmen, yöneticilerin karşıt düşüncelerine ‘rağmen’ sanatlarını icra ettiklerini; tüm yoksunluklarına “rağmen” yaşamlarını idame ettirdiklerini... Seçimlerde de aynı durum söz konusu olmuyor mu? Özellikle CHP tarafında gözlemlediğimiz yaklaşım, “şimdi en iyiyi arama zamanı değil, şimdi bugünkü şartlarda AK Parti’ye rağmen bir şeyler yapabilecek kim varsa onun etrafında buluşma zamanı” şeklinde açığa çıkmıyor mu? Ortak çatı adayı olarak önerilen Ekmeleddin İhsanoğlu –ki, çok değerli bir insan olabilir, ancak adını dahi kaçımız daha önceden duymuştuk?- bu tip bir endişeden dolayı ortaya atılan bir isim değil mi?
Kendi adıma, öncelikle ve sırf bu konuları artık düşünmeye, düşünmenin ötesinde konuşmaya, tartışmaya başlamış olmamız nedeniyle o kadar da kötü durumda olmadığımız kanısındayım. Evet, yıllardır tüketim ekonomisinin içinde yoğrulmuş nesiller ürettik. Gerek kendi ürettiklerimizi, gerek doğanın bize sunduklarını tüketmenin, en iyi arabanın, en yeni telefonun, bir çift daha ayakkabının esiri olduk. Elimizdeki ile mutlu olmak yerine kendimizi hep diğerleri ile karşılaştırdık. Böylesi karşılaştırmaları da sıklıkla eksikliklerimizi görmek üzere yaptık. “Herkese 2 anahtar “ dedi Tansu Çiller zamanında. “Onun arabası var, güzel mi güzel, şoförü de var özel mi özel” dedi Mustafa Sandal hit olan şarkısında. “Tek taşımı kendim aldım” dedi Nil Karaibrahmgil. Dedi de dedi. Dedik de dedik. Ne oldu? Hedefimizi kıyaslamalar sonucu başarı tabanına oturtunca, çocuklarımızı da birer proje imişcesine ‘başarı’ odaklı yetiştirmeye başladık.
Oysa belki de en doğrusunu John Lennon söylemişti. Bilirsiniz mutlaka: “Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana ‹Büyüyünce ne olmak istiyorsun?› diye sordular. Ben de onlara ‹Mutlu olmak istiyorum› diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, hayatı anlamadıklarını söyledim.”
Hayatı anlamadık. Hayatı hep yarın ulaşılacak bir yerde sandık. Biz bu zanla, hırs içinde kendimizi tüketirken, hayat elimizden kaçıp gitti.
Sevgili Leyla, dünyayı kim durduracak, eğer, biz kendimizi durdurmazsak? Kim çevirecek odağımızı burnumuzun ucunda görünen, ama kendimizi kıyasladıkça hep daha fazlasını, daha iyisini talep ettiğimiz için asla erişmeyi başaramadığımız ‘başarı’ odağından ‘sevgi, şefkat ve mutluluk’ odağına?
Kim diyecek “yeni arabanın, tek taşın, evin, canı cehenneme. Artık yeter. Dur ve düşün. Hangisi daha önemli? Başarı mı? Yoksa mutlu, huzurlu ve şefkatte bir yaşam mı? Şu an koşullarım ne olursa olsun, yaşamın keyfine varma anı. Zira yarın dediğimiz hiç oldu mu? Yarın şu anların toplamından öte ne ki?”
Bir trend avcısı ve gelecek bilimcisi olan Magnus Lindkvist’in şu sıralar okumakta olduğum Trend Avcısı Kitabında sözünü ettiği gibi, ekonomik trendlere baktığımızda, ebeveynlerimizin zamanında olduğu gibi geçmiş birikimleri koruma dönemi değil artık. İçinde yaşadığımız dönem kişilerin kendi farklılıkları, kendi çabaları ile zengin olma dönemi. Herkes kendine özel bir fikir, bir beceri ve çok da alın teri ile zenginliğe, başarıya ulaşma çabasında. Naçizane, kanımca, artık bu dönemin de sonuna gelinmekte. Artık gençler 9-6 işleri istemiyorlar. Kimi bunaltı durumunda bunu sürdürmeye çalışıyor. Kimi yavaş yavaş bundan sıyrılma döneminde. Kendi işlerini kendi koşullarınca yapmayı deneyenler var. Elbet alışılmış ve tüm sorunlarına rağmen yürütülen bir sistemden, hele hele de bundan nemalananlar güçlü oldukça çıkış kolay değil. Ama orada burada görüyoruz. Kimi şehir şartlarında bile, balkonunda, terasında kendi yiyeceğini kendi yetiştirmeye başlıyor, kimi parasız yaşamanın yollarını deneyimliyor. Hediye ekonomisi adı verilen bir sistem yer yer oluşmaya başladı. Bu sisteme dahil olan herkes, zamanını, becerisini hiç bir karşılık beklemeden ihtiyacı olana hediye diyor. Mesela İngilizce eğitmeni diyor ki, şu gün şu saatlerde ben İngilizce öğretebilirim. İhtiyacı olan geliyor, dersini alıyor. Sonra o da diyor ki –misal- bisikletimi ihtiyacı olana yaz için verebilirim. Bir çeşit takas sistemi üzerinden, ama öğretilmiş yapay ihtiyaçlardan arınmış, gerçek ihtiyaçlarla yaşayan gruplar oluşuyor. Öte yandan arkadaş sohbetlerinde bir takım kurumsal şirketlerin artık sundukları çalışma ve disiplin yoğun bu ortamlarda gençlerin çalışmaktan mutlu olmadıklarını gözlemlediklerini ve gençliği şirketlerinde barındırabilmek için ne gibi değişiklikler yapmaları gerektiğini araştırmaya başladıklarını giderek daha sık duyuyoruz.
Çok üzücü olaylarla ne kadar dibe batmış olduğumuzu gün be gün görüyor, yüreklerimiz parçalanıyorsa da değişimin başlamış olduğunun örnekleri de orada burada gözümüze çarpıyor. Elbet, değişim zorlu bir yol. Yapmak söylemekten çok daha zor. Ancak yaşamın kendisi de zaten karşılaştığımız güzelliklerle ve aynı zamanda da sıkıntılarla baş etme deneyimi değil mi? Bir filmde Musevi büyükannenin torununa dediği gibi, “yaşam adil değil, yaşam sadece olaylı”. O olayları nasıl ele aldığımız ise yaşamımızın kalitesini belirleyen tek olgu. Süregiden toplumsal çılgınlığın içinde bir koyun olarak kendimizi güdüp, toplumsal patolojinin kurbanı mı olacağız? Yoksa sürüden ayrılıp kendi yaşamımızı kendimiz mi yaratacağız? Sanırım, değişim için atmamız gereken ilk zorlu adım bu kararla başlıyor.