David OJALVO
Pazar günü dostlarımla beraber sinemadaydım. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde büyük ödül, Altın Palmiye kazanan ‘Kış Uykusu’ adlı filmini izledik. Ödül büyük olunca, beklenti de büyüyor; özellikle de senaryo Anton Çehov’un öykülerinden hareketle kurgulandığında… Sinema salonunda bulunduğumuz üç saat su gibi aktı geçti, filmin tadı da damağımda kaldı.
***
Haluk Bilginer ve Demet Akbağ günümüzün en tanınmış, takdir toplamış oyuncularından. Filmin geçtiği yer Kapadokya… Görüntü yönetmenliği, çekimler şahane. Üstüne üstlük Kapadokya, turistik yönüyle değil, köyleriyle, tabiatıyla, çıplaklığıyla perdeye yansıtılıyor. Üç saat boyunca Schubert’in piyano sonatı ara ara bize eşlik ediyor. Salondan çıkarken bu yapıt için Türk veya Avrupa sineması diye bir ayrımın yapılamayacağını sezinliyorum. Sinemanın evrensel gücünü duyuyorum.
Filmin konusunu özetle aktaracağım: Haluk Bilginer, Aydın rolüyle, Çehov’un romantik kahramanlarından biri olarak karşımızda. Kendisi emekli tiyatrocudur ve ailesinden kalan oteli işletirken, diğer yandan yerel gazetede köşe yazıp, gündelik koşuşturmacanın nispeten dışında hayatını sürdürmektedir. Aydın’ın kız kardeşi Necla, eşinden ayrılıp kasabaya dönmüştür, memnuniyetsiz ve mutsuzdur; genç eşi Nihal ise yaşamına anlam katma çabasındadır, evliliği değersizleşmiş gibidir. Bu üç kahramanın kişiliği birbirlerinden oldukça farklıdır ve kanımca filmin temeli de bu farklılıklara dayanmaktadır. Haluk Bilginer’in usta oyunculuğuyla örtüşen Aydın rolü algımda güçlü bir portre olarak yer etti... Kışın ve kasabanın sessizliğinde, bireyler arası bağların zayıflığına, yalnızlığa tanığız. Kar manzarasının ve kış ruhunun sıcaklığına karşılık, sevginin hayli uzağına düşüyoruz. Duygusallığın, romantizmin ve maneviyatın çöküşü sadece büyük şehirlerle sınırlı değil; uzaklardaki mağara evleri, dağ evleri de etkilenmiş durumda. Gün geçtikçe topluma, toplumsallığa yabancılaşan birey, belki de kendi bireyselliğini koruma çabasında artık. Aydın’ın gözünden gördüğüm bu.
***
‘Kış Uykusu’ inceliklerle doluydu, çok zarifti. Özelde, yerel gazetede yazmanın değerini anlattı bana. Aydın’ın pazarlık sonucu temin ettiği beyaz yabani atı serbest bırakması en vurucu sahnelerdendi. Özgürlük arayışı, çevremizdekileri ve sevdiklerimizi özgürleştirmeyi temsil ediyordu bu sahne. Bedel ödemeyi ve olgunlaşmayı… Üzüntüleri, hüznü kabullenmeyi…
Kahramanımızın çalışma ortamını da çok sevdim. Kitaplarla dolu odada, ahşap masa, eski koltuklar, mütevazı ve sıcak aydınlatmalar… Dışarının yırtıcılığına, vahşiliğine, tükenmişliğine karşılık içsel olana eşsiz bir davet vardı filmde. Eski ve yeni çatışmasının ötesine bizi başarıyla taşıyor Nuri Bilge Ceylan. Hırsları törpüleyerek, basitliğin verebileceği mutluluğu görebilmeliyiz. Kahramanımız, ailesinin beklediği o başarılı oyuncu olamadı, olmadı belki; ama başarısız da değildi. Onunkisi pişmanlıklardan arınmış, değişime açık, kabullenilmiş bir hayattı. Çatışmalar ise daha çok kız kardeşi ile genç eşinin ruhunda sürüyordu. Filmdeki İstanbul eleştirisi de yerindeydi. Bazımız için kitaplar, kalem ve kâğıtlar, çay ile sıcak oda yeterdi.
***
‘Kış Uykusu’ sinemaya inancımı pekiştirdi. Sanatın birçok dalı örselenirken, sinema bizi bize anlatmayı sürdürüyor. Kamera algılarımızı, kaygılarımızı, sorularımızı beyaz perdeye serip, ruhumuzu teselli ediyor, sakinleştiriyor. ‘Film endüstrisi’ diye bir kavram var ve her ne kadar sinemayı maddiyattan bağımsız düşünemesek de, zincirleri kıran müstesna yapıtlar mevcut. Nuri Bilge Ceylan’a teşekkür borçluyuz. Şimdi yaşanılabilir bir yüzyıl için bir dayanağımız daha var.