10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir zaman kalmışken, Türkiye’deki yaklaşık 52 milyonluk seçmenin yarısından fazlasını oluşturan kadınlar bir kez daha hatırlanır oldu.
Elbette seçilenden ziyade seçmen olarak. Seçme ve seçilme haklarını muasır medeniyet temsilcisi devletlere kıyasla erken kazanan bu ülkenin kadınları arasından bir cumhurbaşkanı adayı gösterileceği günlere hâlâ erişemedik. Seçme ve seçilme hakkının ötesinde, kadınlarımızın kendi kaderlerini tayin etme hakkına erişmelerini engelleyen maddi ve manevi bariyerler durduğu müddetçe de yerimizde saymaya devam edeceğiz.
Kendi hayatı üzerine yön verecek kararlar almaya yetkin, eğitimli ve ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlara ihtiyacımız var. Oysa Türkiye’de kadın nüfusun yüzde 8,4’ü okuma yazma bilmiyor, işgücüne katılım oranları erkek nüfusun üçte biri düzeyinde. Kadın sorunlarını mecliste dile getirerek çözüm arayacak temsilci oranımız ise sadece yüzde 14.
Türkiye’de kadın olmak dünyanın başka yerlerine kıyasla daha zor. KaDer’in paylaştığı ‘Toplumsal Cinsiyet Uçurum Raporu’na göre Türkiye 136 ülke arasında 120. sırada. Sığınma evleri, telefonla destek hatları, saldırgan eşleri uzaklaştırma tedbirleri benzeri uygulamalara rağmen kadına yönelik şiddetin bir türlü önü alınamıyor. Utançla ve acıyla izliyoruz.
Kadın-erkek eşitliğine sorunlu bakış kırsal-kentli, muhafazakâr-laik ayrımlarını silikleştiriyor. Özellikle namus kavramının kadın bedeni üzerinden tanımlandığı ülkemizde kadınların erkek tarafından korunması ve bakılması gerektiğine dair yaygın inanış geçerliğini koruyor. Erkeklerin omzuna yüklenen bu sorumluluk en uç düzeyde “Ya benimsin, ya kara toprağın!” şeklinde saplantılı bir sahiplenişi beraberinde getirebildiği gibi kadının günlük hayata karışarak çalışmasının da önünü kapıyor. Kadın erkeğin bakmakla, koruyup kollamakla yükümlü olduğu edilgen bir süs nesnesine dönüştükçe aslında erkeğin maddi yükü daha da ağırlaşıyor. Tabiri caizse erkekler iktidar alanlarını pekiştirmek uğruna kendi kalesine gol atıyor. Ve bunun farkında değiller.
Eğitim görmüş kadınlar iş hayatına katılarak sadece ev giderlerine destek olmakla kalmıyor kendilerini de geliştiriyorlar. Tüketen bir birey olmak yerine verimli olmanın sağladığı kişisel tatmin şüphesiz aile içi ilişkilere yansıyor. En basit şekliyle eğitimli ve öz güvene sahip bir anne beden ve ruh sağlığı yerinde çocuklar yetişmesinde etkin bir rol oynuyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2014 verilerine baktığımızda Türkiye, kadınların işgücüne katılım oranları bakımından AB üyesi ve aday ülkeler arasında yüzde 25,9 ile en sonda yer almakta. Bunun gerisinde kayıtlı/kayıtsız işgücü oranları, kırsal alandan kente göçler, çalışan kadını çocuk bakımı konusunda destekleyecek altyapı yetersizliği ve kadınların düşük ücretle çalıştırılmaları gibi unsurlar var. Ancak işgücüne katılımı artırmak için alınan önlemlerin yetersiz kalması karşısında belki de sorulması gereken soru “Kadınların çalışma hayatına katılmaları gerçekten isteniyor mu?” olmalı.
AK Parti iktidarının desteğiyle türbanın serbestlik kazanmasının muhafazakâr kesimden kadınların işgücüne katılımının önünü açacağına, onları özgürleştireceğine inanılıyordu. 2004’ten bu yana yapılan araştırmalar kadınların çalışma hayatındaki yeri açısından yükseliş trendi gösterse de varılan nokta iç açıcı değil. Üstelik giderek muhafazakarlaşan toplumumuzda kadınların rolü ve günlük hayata katılımları iktidarın belirlediği geleneksel çerçeveye uygun bir şekilde daraltılarak yeniden şekillendiriliyor. Kürtaj hakkı, çocuk sayısı gibi çiftlerin yatak odalarını ilgilendiren konulara siyasi iktidarın müdahalesi malum. Kadın sözcüğü bazı ağızlarda kekremsi tat bıraktığından mıdır bilinmez Kadın Bakanlığı’nın yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’mız var. Ders kitaplarında kadının rolüne ilişkin geleneksel kalıplar değişmeden varlığını sürdürüyor. Cinsiyet eşitliği eğitim yoluyla teşvik edileceğine, kızlar ve erkeklerin birbirlerinden ayrı olarak eğitim aldıkları okulların sayısı giderek artıyor.
Kadın ve erkeğin iyi günde kötü günde birbirine destek olacak eşit bireyler olduğu gerçeğinden uzaklaşarak, birbirlerine değmeden yaşayacakları bir toplum düzenine doğru gidiyoruz. Yalnızca kadınlara hizmet veren kuaförler, hastane birimleri, spor kulüpleri hizmete girmesini belki yeni sektörlerin oluşumu bakımından olumlu değerlendirenler çıkabilir. Ama kadınları görünmez kılarak, sosyal alanları ayırarak sorunlarına çare bulmak ne denli gerçekçi?
Birbirini asla bir arkadaş, bir dost olarak göremeyecek, çekinilmesi saklanılması gereken karşı cins olarak tanımlayacak gençlerden nasıl mutlu ve kendine güvenen nesiller yetişmesini bekleyebiliriz?
En önemlisi kız çocuklarının eğitim hakkı elinden alınarak çocuk yaşta gelin edilmelerine olanak tanıyan yasal düzenlemeler ortada dururken kadınların seçme hakkından bahsetmek fazlasıyla ironik. Daha hayatlarını paylaşacakları kişiyi seçme hakkından mahrumken...
Seçilenler arasında olmasalar bile seçimler yaklaşırken kadınlar hatıra geliyor. Siyaset dahil hayatın birçok alanında önlerine konulan bariyerlerin kalkması değer yargılarının değişmesine bağlıyken, geleceği şekillendirecek iktidarları belirlemek açısından kadınların oyları her şeye rağmen önem taşıyor.
Doğru tercihler, seçilenler arasına girmenin de yolunu aralayacak.