Eğitim ve sağlık modern hayatın temel konularından ikisi olduğundan ötürü bırakın konunun belirleyicisi olan iktidar ve olabilecek muhalefet gibi siyasi kurumları, biz toplumun düz üyeleri bile bir (hatta birden çok) fikir sahibiyiz. Üstelik bu konulardaki eleştirilerimiz gündelik ihtiyaçlarımızın karşılanıp karşılanmaması ekseninde odaklandığı için dile getirdiğimiz sorunlarımız genellikle ortak.
Örneğin, eğitim sistemini eleştirirken, lüzumsuz bilgilerle kafamızın doldurulması her siyasi kanatın görüş birliği içinde olduğu bir konu. Biraz çevreye baktığınızda bu kanaatin ‘beynelmilel’ olduğunu da görüyorsunuz. Bundan 40-50 yıl önce ilkokula gitmiş olanlarla bugün çocuğunu ya da torununu aynı kurumlara gönderenler arasında kuşaklararası bir mutabakat doğuran bu ‘lüzumsuz’ bilgi konusunda acaba ne kadar doğru düşünüyoruz?
Basitçe düşünelim, eğitimin ölçüsü olarak bilginin ‘hayatta bir işe yaraması’nı aldığımızda, ilk soru ‘hangi hayat ?’ değil mi? Nerede ve nasıl bir hayat yaşayacağını bilen var mı? Sosyal sınıf ve ekonomik statü olarak aşağıdan yukarıya tırmanacaklar (‘çok çalışırsak olur’) ya da yukarıdan aşağıya düşecekler (‘çalışmazsak başımıza gelebilir’) olmasına rağmen sınıfsal konumlanışımızdaki ana çizgilerin değişmeyeceğini söyleyebiliriz.
Çalışırsan olur mu?
Parantez içindeki ifadeler de geleneksel olarak, doğru-yanlış, inanılmış ve inancı doğrulayan olaylarla kalıcılaşmış değişim reçeteleri. Ortak noktası ‘çalışma’ ile hak edilen yere gelinebileceği veya çalışmama ile hak edilmiş yerin kaybedileceği. Bu en azından bir çağ için hâkim bir düşünüş tarzını da ifade ettiği için, toplumun çoğunluğu hangi hayatı yaşarsa yaşasın çocukların eğitim içerisinde ilerideki ‘çalışma’ (sistematik gayret gösterme ?) hayatı için gerekli becerilere odaklanmasını bekleyegelmiş. Emeğin değerindeki ve değer biçilme tarzındaki değişikliklerin bakış açımızı nasıl değiştirdiğini anlamak için sayısız bilimsel kaynak arasında Richard Sennett’ın tahlilleri benim için en kolay anlaşılanlar (Ayrıntı’dan yayımlandı).
Çocukluğunu hatırlayanlar (‘gereksiz’) çalışmanın nasıl azaltılacağı (ödevsiz okul, çantasız eğitim vb) üzerine tartışmalar içinde büyütülürken, içerik olarak bilgilerin değil bilgileri alan kişinin işe yarayacak olması üzerine kurulu bir eğitim aldığımızı da hatırlayabilir.
Soruyu ‘hangi hayatta kimin işine yarayacak bilgiler’ diye genişletirsek, kendimizin dışındakilerin de işine yaraması gibi bir amacın (ülkeye aileye veya işyerimize yarar gibi) da olduğunu görürüz. Soru tabii ki şudur: Bu bilgileri almış bir kişi ne işe yarar? Ne işe yarayacağımızı kendimiz bilemesek de bir bilen olmasını dilemek iyi olur.
Hayatımızı kestirebilir miyiz?
Kişinin kendi hayatının kestirilemezliği, belki iktidarların planladıkları ve öyle olacağına bir biçimde inandığımız (‘2071’ gibi) bir gelecekte bir işe yararlığımız olması açısından bizim adımıza biçilen rolleri doğru dürüst oynamamızı sağlayacak eğitimleri ‘işe yarar’ kılmıyor mu?
Bu noktada anladığım konuların dışına biraz (?) taşmamı hoş görmüşsünüzdür diyerek, daha makro bakmak isteyenler için 1970’lerde Gözlem yayınlarından çıkmış ‘Düzene Uygun Kafalar Nasıl Yaratılır?’ ile başlayan upuzun bir sosyal/politik kitaplar listesinde sizin yola devam etmenizi önerebilirim.
Ben ‘işe yaramaz’ ya da ‘gereksiz’ bilgi kavramını kendi küçük hayatlarımız açısından irdelemeye devam edeyim. Öncelikle okullarda öğretilen bilgilere işe yaramaz demeden önce durup düşünelim. Örneğin, nerede işimize yarayacak diye sorduran konuların çok öğretildiği derslerden Tarih’te öğrendiğimiz ‘yenilmemek ama müttefikleri yenildiği için yenik sayılmak’ gibi kavramlar masabaşı tartışmalarında işe yaradığı gibi, çocuklarımıza verdiğimiz tavsiyelerde arkadaşlarını iyi seçmenin önemine işaret ederken yararlandığımız bir örnek de olmuştur.
Yemek kitaplarıyla yemek yapan kaç kişi var?
Üstelik bu eleştiriyi yapan bizler kendi irademizle öğrendiğimiz her bilginin bir gün işe yarayacağını düşünerek mi öğreniyoruz? Yemek kitaplarını ele alalım. Kitapçılarda giderek sayısı artan yemek kitaplarının sayfalarındaki tarifleri okuyup evde uygulayan kaç kişi var? Uygulayanlar ne kadarını birebir uyguluyor? Bu durumu sorduğumda birçok yemek kitabı okuru yemek kitaplarına bakmayı sevdiklerini söylüyor. Yemek pişirme tarifleri içeren kitaplar bakılsın diye yazılıp tasarlandıkları için ‘asıl’ amaçları dışında bir işe yararlık kazanıyorlar. Gezi kitapları da gitmeyeceğimiz, hatta gitmesek de olacak ülkeler ve kentlerdeki müzelerin adresleri, en güzel yemekleri yiyeceğiniz ‘mekân’ların fiyat listeleri ile dolu. Kullanmayacağız, bir gün lazım da olmayacak (çünkü o bir gün geldiğinde fiyatlar değişmiş, mekânlar kapanmış olabilir). Bilmek istiyoruz, o kadar.
Tarihi dizilerden öğrensek?
Bilmek istediğimiz çok şey arasında bize öğretilmek istenenler öncelikli olmayabilir. Daha doğrusu öğretilme biçimleri, hatta sadece (irademiz dışında) öğretiliyor olmaları bu bilgilerle karşılaştığımız yaş döneminde pek sıcak karşılanmayacak cinsten bir durum yaratır. Bugün kurban seçtiğimiz Tarih dersi üzerinden bakarsak, Osmanlı tarihini keşke dizilerdeki gibi öğretselerdi dediğimizde (İngiltere tarihini de Tudorlardan öğrenen çok) epey bir taraftar toplayabiliriz. Yeter ki ülkeyi yönetmeye çalışanlar bu düzeydeki bilgi ile yetinmesinler. Yöneticilerin bilgi kaynağı olarak da ‘neden olmasın’ diyenler, kendilerini internetten duydukları bilgilere göre tedavi ettirtmek isteyenler arasından çıkacaktır.
Bu bakış bir alandaki uzmanlığı (ve giderek bilimi) modern kapitalizmin (günümüz için kullanılarak içi boşaltılmış bir terim olan) ‘halk ihtilalı’ ile kaldırılacak gereksiz icadı olarak görenlerce de benimsenebilir. Tanık olduğumuz dönemin karakteristiklerinden birisi de her konunun ustası liderlerin iktidarında bilgi ve uzmanlığın değersizleştirilmesi (‘ona ne gerek var ki, ben de yapabilirim’), bunun bir yerde demokratik ve eşitlikçi bir görünümle sunularak ciddi bir ‘sol’ söylem desteği de almasıdır. Oysa buradaki uzmanlık tıpkı ustalık gibi başka konularda bilgi ve beceri sahibi olmayı reddetmeyen ama sınırını ustalık bilgisiyle belirleyen bir uzmanlıktır. Öğrenme sadece işe yarar bilgilere sahip bir uzman olmak için değil, bilme arzusunu tatmin eden bir hayat yaşamak için de önemli sayılır.
Öğrenme bilme arzusunu tatmin içindir
Öğrenme bilme arzusunun bir ürünü (bu arzuyu karşılayan bir araç) önermesine bir örneği başkalarının hayatına olan ilgimizde bulabiliriz. Tanımadığımız kişilerin başına gelenleri öğrenip bilmek gereksiz bilgiler sınıfında sayılır. En çok tıklanan haberlerde falanca şarkıcının kiminle beraber olduğunu ya da hangi şampuanı kullandığını merak edip öğrenmek bize ne sağlar? Eğer öğrenme arzusu (ya da dürtüsü) bir hayatta kalma ve türümüzü sürdürme aracı olarak insan tarihinin bir noktasında belirdiyse, bu herhalde ‘meşhurların hayatında ne oluyor’dan ziyade ‘komşu kabile bu kadar eti nereden buluyor, biz de öğrensek’ sorusunun yanıtını bilmeye ihtiyaç olduğu içindi.
Beynimizin kazandığı bilme ve öğrenme arzusu donanımı, birçok başka donanımda olduğu gibi, ‘asıl amacı’ dışında kullanılarak gelişti. Öğrenme ve bilme arzumuzun ne şekilde (fazla sorgulamayan hayırlı bir vatandaş mı, yoksa eleştirel düşünceye sahip bir birey (vd.) mi?) eğitilmemiz için kullanılması ise içinde yaşadığımız düzen ve dönemin ihtiyaçlarına göre belirlendi. Lüzumlu ve lüzumsuz bilgileri ayrıştırmak ise gelecek kavrayışımıza paralel değişti. Lüzumsuz bilgilerin sınavlarla eşzamanlı olabileceğini ileri sürebilirim. Sınavları sorarsanız, tarih sahnesine tam ne zaman çıktılar, bilemiyorum.