Size bir fotoğraf buldum sevgili okurlar. 1960’larda kalma. Annem, kız kardeşim ve ben, Yeşilköy Havaalanı’nda (o zamanlar öyle denirdi), apronda sadece iki uçak, biri El Al... Yanlış anlamayın, yolcu değiliz, yolcu uğurlamaya gitmişiz sadece. Gitmişken de elimizi kolumuzu sallayarak aprona çıkmış, bir hatıra fotoğrafı çektirmişiz. Bunda şaşacak ne var?
Asıl şaşılacak, geldiğimiz durum. Bırakın başka sıvıyı, elimizde bir şişe suyla uçağa binemiyoruz. Ee, uçaklar kaçırılıyor, ne yapacaksınız? Merak edip baktım. İlk uçak kaçırma olayı 1931 yılında Peru’da gerçekleşmiş. Bize çok uzak, dolayısıyla bizi ilgilendirmez! İkincisi 1948 yılında Asya’da. Üçüncüsü 1958’de Küba’da. Dördüncüsü 1960’ta Sovyetler Birliği’nde. Rusya’dan dışarı hiçbir bilgi sızdırılmadığı için bizi hâlâ ilgilendirmiyor. Beşincisi Temmuz 1968’de El Al uçağının Roma’da Araplar tarafından Cezayir’e kaçırılması. Yani fotoğraftaki durumun tehlike arz etmesine yaklaşık 8 yıl daha var. 11 Eylül 2001’e ise... Siz hesaplayın artık.
Bir alışveriş merkezine bile elimiz kolu dolu, poşetlerimizi çantalarımızı x-ray cihazından geçirmeden ne zaman giremez olduk? Bir işyerine?
Türkiye'de özel güvenlik sektöründe çalışanların sayısı 200.000'e dayandı. Bir ordu kadar… Silah kullanabiliyorlar. Bu konuda yasa da var, numarası 5188’miş. Yılda galiba bir veya iki kez özel poligonlarda atış yapıyorlar ve kayıtlar valiliğe gidiyor. Oluşan bu meslek için özel statüde akademiler kuruldu.
Geçen hafta bir iş için gittiğim Maslak'taki binada, önce dışarıdaki güvenlik elemanları nereye gittiğimi sordu; söyledim. O kişiye mail gönderdiler, kimliğimi aldılar, bana bir geçiş kartı verdiler ve turnikeden geçirdiler. Bina içine girdiğimde çantam ve ben ayrı ayrı metal detektörlerden geçtik. Yıllar önce bir iş arkadaşım ile İMKB'ye gitmiş, metal detektörden geçtikten sonra, çantalarımız aynı olduğundan, hangisini alalım diye bir iki saniye tereddüt geçirdiğimizi gören güvenlikçi "bu çantanın içinde muz var" demiş, yardımcı olmuştu! Beni karşılayan ön büro, oturmam için kibarca koltukları gösterdi. Meğer bana refakat edecek kişiyi beklermişim. O kişi, ön büroya mail atmış ve beni beklediğini teyit etmiş, ayrıca binada bulunacağım süre boyunca sorumluluğumu üstlenmiş. Ön büro elemanı, kartıma bakarak bazı odalara girebilme yetkisi olan bir kart daha verdi ve ekledi "Bu kartla öğlen yemek yiyebilirsiniz." Anlayacağınız, çektirdikleri eziyete değen bir misafirperverlik sergilemeyi de ihmal etmiyorlar. Binada 140 civarında kamera var, gece görüyor, zum da yapıyorlar. Karşılarında 24 saat güvenlik görevlileri oturuyor.
Bu normal bir durum mu? Bence utanılacak bir durum. Paranoyaya kaç kaldı dersiniz? Birkaç kötü insanla baş edemediğimiz için herkesi kötüler sınıfına sokmak? Herkese şüpheli gözüyle bakmak? İşin acıklı yanı, bütün dünya aynı durumda. Atalete fazlaca kapılmış birkaç ülke dışında. Kapıların hâlâ hırsız korkusu olmadan gece gündüz açık bırakıldığı ülkeler... Normali bu değil mi aslında. Herkes dürüst davransa kilide ne gerek var?
Bütün mesele para mı dersiniz? Bir endüstri oluştu ve bu ekmek kapısından kimsenin vazgeçmeye niyeti yok.
Etkileniyoruz tabii. Evde otururken bile giriş kapısını kilitli tutuyoruz. Oysa Mezuza’larımız var. Romalı bir asilken Yahudiliği seçen ve Tora’yı Aramice’ye çeviren Onkelos şöyle demiş: “Gelenek uyarınca, kral sarayında oturur ve muhafızları (hizmetkârları) onu dışarıdan korur. Ancak bizim durumumuza Tanrı’nın hizmetkârları evlerinin içinde oturur ve Aşem (Kral) onları dışarıdan korur.” Teilim 121:8’de yazılı olduğu gibi “Tanrı gidişini ve dönüşünü şimdi ve sonsuza dek koruyacak.”
Kötülük yapmayı aklına koyana ne kilit dayanır, ne detektör. Mesele bir an önce doğru yolu bulmakta. Bu arada ne yapmalı? “Yatıyorum ve huzur içinde uyuyorum çünkü Bir Tek Sen, Tanrım, evimde güvenliği sağlarsın.” (Teilim 4:9)