Zor bir hafta geçti. Bir yanda Hitler’li bol beddualı mesajlar, öbür yanda yılan benzetmeli düşmanca açıklamalar. Bir de her İsrail-Filistin çatışmasında olduğu gibi tüm olanlardan doğrudan sorumlu tutulan, taraf olmaya zorlanan, İsrail’i kınaması ‘tavsiye’ edilen dünya Yahudileri.
Olayların Türkiye’deki yansımasını anlatmaya gerek yok. Herhangi bir gazeteyi elinize alın, Twitter veya Facebook’ta şöyle bir gezinin yeter. İsrail’in devlet politikalarının eleştirilmesi ile tüm Yahudileri suçlamaya varan ırkçılık arasındaki -ince olduğunu kabul etmediğim- o çizginin nasıl bilinçli/bilinçsiz aşıldığını görürsünüz. Bu durum hiç şüphesiz Filistin konusunda her zaman taraf olduğunu açıklayan Türkiye’deki algı yönetiminin doğal bir sonucu. Bu nedenle İsrail rahatlıkla eleştirilirken, Filistin’in BM temsilcisinin “İsabet etsin veya etmesin Hamas’ın sivil halkı hedef alan roketleri insanlık suçudur,” açıklaması pek yer bulamıyor. Öte yandan Paris’te yaşanan son olaylar bu gidişatın ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceği konusunda açıkça uyarıyor.
İsrail ve Hamas yeniden hiç bitmeyen bir savaşın rövanşına giriştiler. Oysa bu defalarca denendi. Ne Hamas yok etmeye ant içtiği İsrail’i haritadan silebildi, ne de İsrail Hamas’ı tamamen bitirebildi. Bir süredir sessizlik egemendi sınırda. 2012 yılı sonunda Mısır aracılığıyla elde edilen ateşkesin ardından gelen bu sükûnet, her iki tarafın da işine geliyordu. Ancak kaçırılan üç çocuğun ölü bulunması ile İsrail halkını birleştiren umut öfkeye dönüşürken, İsrail’in kaçırılan çocukları arama çalışmaları ve intikam cinayetine kurban gittiği düşünülen Filistinli çocuğun uyandırdığı infial, iki tarafı da pek tercih etmediği, nihai amacı tam belirlenemeyen bir çatışmaya sürükledi.
Hamas, İsrail şehirlerine füze atar, halk sığınaklara kaçar, normal hayatın düzeni bozulup, şehirlere korku ve tedirginlik hâkim olurken, teknoloji harikası Demir Kubbe’nin havada imha ettiği her roket yüzlerce hayatı kurtarıyor. Sınırın öteki yakasında ise İsrail, oldukça kalabalık ve yoğun nüfuslu Gazze’ye askeri operasyon düzenlerken, Hamas’ın lider kadrosunu ve askeri altyapısını hedefleyen nokta atışlarında pek de başarılı olamıyor. Önceki operasyonlardan tecrübelenen üst düzey yetkililer korunaklı yerlerde gizlenirken olan daha çok sivillere oluyor. Canlı kalkan oluşturulduğu söylense de, sayısı yüzlerle ifade edilen can kayıpları, yıkılan evler ve acılı ailelerin resimleri kalıyor en nihayetinde akıllarda. İşte tam bu noktada, İsrail ile Filistinliler arasında askeri müdahale ile paralel süren moral üstünlük savaşında puanlar Hamas lehine yazılıyor.
Ateşkese ulaşıldığında, iki taraf da her seferinde olduğu gibi kendi zaferlerini kutlayacak, düşmana haddini bildirdiğini haykıracak. Ancak ilk bakışta bu sürecin kazananının İsrail değil Hamas olacağı görülüyor. Neden derseniz, yaşadığı tüm sorunlara rağmen Filistin davasına bağlı bir direniş örgütü olarak Filistinliler nezdinde desteğini arttıracak, bu durum birlik hükümeti devam eder ve seçimlere gidilirse örgüte oy olarak geri dönecek. Hamas Lideri Haniye’nin pazartesi akşamki konuşmasında sarf ettiği “Biz Gazze’yi değil halkımızı, toprağımızı ve Kudüs’ü savunuyoruz. Hükümette olmasak da Filistin halkını korumaktan onur duyuyoruz. Her direniş hareketi gibi düşmanımız İsrail’e karşı duruyoruz,” sözleri tam da bu noktaları işaret ediyor. Hamas’ın ayrıca Gazze’de yaşanan yıkımdan sonra aldığı finansal yardımların da artacağı öngörülebilir ki bu da ekonomik sorunlarını bir nebze düzeltebilir. Bir de ateşkes ile Mısır sınırının açılması gibi taleplerini kabul ettirebilirse, zayıflamış ve bölgede yalnızlaşmış Hamas’ın yıldızı yeniden parlamaya başlayacak.
Uyuşmazlıkların çözümünde üstlenebileceği rolü yeniden Mısır’a kaptırmış gözüken Türkiye ise, Ortadoğu serüveninde her iki tarafla da görüşebilen ve güven uyandıran ülke olamamanın bu beklenen sonucu ile baş başa kalacak gibi.