David OJALVO
“Sussam gönül razı değil, söylesem kâr etmez.”
Fuzûlî’nin sözü yüzyıllar öncesinden bugüne varıyor, duygularımı karşılıyor.
Bu yazıyı yazmalı mı, yazmamalı mı?
Ben kimim? Neden yazıyorum? Köşe yazarı kimdir? Şalom Gazetesi’nde yazmanın esprisi nedir?
Bir kez daha soruları kafamda tartıyorum.
Ortadoğu’da bir savaş, çok acı bir dram var. Doğrusu bu kelimeden nefret ettiğim kadar, ‘savaşı’ da tanımlamakta zorlanıyorum. Zira savaş günümüzde güç dengeleri arasındaki çatışmadan mı kaynaklanır, yoksa tarihte mâl olmuş fethetme politikalarıyla mı ilintilidir? Devletlerle terör örgütlerinin mücadelesi midir savaş?
İsrail – Filistin savaşıysa yaşanan, şu anda gelişmeleri akıl-mantık çerçevesinde değerlendirebilecek bir durumda değiliz. Çocukların, sivillerin ölüm haberlerinin gündemi sarstığı bu son dönemde, öncelik tartışmasız yaşam hakkındadır. Sokakların öfkesini anlayabiliyor ve paylaşıyorum. Bununla birlikte insan hayatını, tüm maddi ve kamusal anlayışların üzerinde tuttuğumu da vurgulamak isterim. Toplumların ve dünyanın geleceği için silahlanmanın anlamını sorguluyorum. ‘Savaş’ adı altında sivil veya asker, ölümlerin meşrulaştırılıp meşrulaştırılamayacağını sorguluyorum. Bu düşüncelerimin kökeni de doktor olmamdan değil, ‘insan’ olmamdan kaynaklanıyor. Bu duruşum olaylar karşısında değişmiyor. Ülkemizdeki terör sorununu, Irak ve Suriye’de yaşananları da bu çerçevede ele alıyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun savaşlar, çatışmalar açığa çıktıkça isyan bayrağını sallayanlardan değilim. Elimde hep bir beyaz güvercin, beyaz bayrak var. Gündem değiştiğinde, yine insanın varoluşu ve yaşama hakkında düşünüyor, çalışıyor olacağım. Zira bu, değişmeyen, değişmemesi gereken esas gündem olmalıdır.
***
Yakın dönemde, şu anda geçilen zorlu süreç ilk değil. Bir benzeri 2009’da da acıyla yaşandı. 2010’da konu Mavi Marmara’ydı. 2006’da Lübnan Savaşı’ydı. Şalom Gazetesi, sadece çatışma/savaş dönemlerinde değil, diğer zamanlarda da yayımlandı. Ortadoğu’da barışa dair nice arayışın haberi arşivde saklıdır. Savaşa sadece öfkeyle değil, sükûnetle de karşı durabilenler, uzun vadede inanıyorum ki bu haberlerin takipçisi olmuşlardır.
2006’dan 2014’e ateşkese/sağduyuya özlem duyduğumuz günlerde tekrar tekrar ‘Yahudi karşıtlığını’ da deneyimledik, deneyimliyoruz. Nicedir içimde garip bir sakinlik ve tedirginlik karışımı duygu var. Sakinim, çünkü manşetler yerini yeni haberlere bıraktıkça, gündelik yaşamlarımıza dönüyoruz veya toplum genelinde öfke kendisine bir başka hedef seçiyor. Her seferinde Türkiye’deki Yahudilerin konumu üzerinde duruluyor, bu ülkenin vatandaşı olduğumuz vurgulanıyor. Öte yandan bu kez sosyal medyanın gösterilen tepkilerin boyutu oldukça ürkütücü ve hazindi. Duyarlılık göstermek Facebook veya Twitter’da birkaç satır yazıp, resim paylaşmak kadar basit olsa keşke! Boykot çağrıları ve Yahudi karşıtlığı, aradığımız barışı getirmiyor. Bilakis kendimi daha kötü hissetmeme yol açıyor. Yazımın başında belirttiğim gibi, sokakların öfkesini paylaşıyorum; ama daha kimliğime saygı duyulmazken, taraf görülürken samimiyetimi nasıl ortaya koyabilirim? Tedirginliğim de buradan başlıyor. Ortadoğu’daki akıbeti bilmiyoruz ve İsrail’e dair bir sonraki olumsuz gelişmenin, bu coğrafyanın insanına nasıl yansıyacağını öngöremiyorum. Bu doğrultuda üretilen sürekli bir bilinçlendirme politikası yok. Aynı kaygım ülkemizdeki diğer azınlık kimlikler için de geçerli.
Sağduyu herkes için gerekli. Öfke varoluşsal bir duygu; ama onu doğru yönlendirmek, bugün için (maalesef) siyasetçilerin görevi, ödevi… Çocuklar, siviller ölmemeli. Özünde kimse, tıbbi nedenler hariç, ölmemeli. Ne terörizm ne savaş, dünyanın kaderi olmamalı.