Yaklaşık bir aydır devam eden Koruyucu Hat Operasyonu’nda 1800’ün üzerinde Filistinli ve 64 İsrail askeri hayatını kaybetti. Gazze’deki savaşta sivil kayıpların her geçen gün artması İsrail’in uluslararası kamuoyu desteğini giderek kaybetmesine yol açıyor ki, bu da Washington’un İsrail’in güvenliğine yönelik endişelerini paylaşmasını ve dünyaya karşı savunmasını zorlaştırıyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin İsrail ordusunun nokta atışlarına yönelik eleştirilerini duyuran açık mikrofon skandalı, Hamas’ı ödüllendirdiği gerekçesiyle reddedilen Kerry planı, ardından İsrail’in “sırtından bıçaklandığına” dair sert yorumları, sonradan sahte olduğu açıklanan Başkan Obama ve Başbakan Netanyahu arasındaki telefon diyalogu, ilişkilerdeki gerginliğe işaret eden gelişmeler oldu. Tırmanan gerilimin, ABD Kongresi’nin İsrail’in Demir Kubbe savunma sisteminin geliştirilmesi için 225 milyon dolarlık maddi yardım çıkarmasıyla biraz olsun yatıştığını söylemek mümkün. Ancak, özellikle Birleşmiş Milletler’e ait, yerleri önceden İsrail Ordusu’na bildirilmiş binaların bombalanması, gerek ABD gerekse BM’den sert tepkilere neden olduğu gibi, İsrail’i de ahlaki açıdan savunma konumunda bırakıyor.
Can kaybı ve yıkımın bu denli büyük ölçekte olmasında, Hamas’ın sivil halkın hayatını tehlikeye atacak şekilde, yaşam alanlarını askeri hedef haline getirmesinin payı büyük. Ancak sivil ölümlerin kaçınılmaz olduğu hedeflerin yok edilmesinin, askeri açıdan stratejik bir tercih olduğunu da görmek gerek. Hal böyleyken, 17 Temmuz’dan bu yana yürütülen operasyonların askeri üstünlük ve tahribat gücü açısından asimetrik niteliği, sonuçları itibariyle İsrail’in meşru müdafaa tezini zayıflatıyor. İsrail Ordusu’nun sivilleri korumak için uyguladığı çeşitli tedbirleri paylaşmasına rağmen sosyal medyaya yansıyan savaş görüntüleri, propaganda üstünlüğünü İsrail aleyhine işletiyor. Savaşın bir an evvel son bulması için dünyanın dört bir yanında düzenlenen gösterilerde İsrail karşıtı tepkilere, endişe verici antisemit söylemler de ekleniyor. Dünya kamuoyu, Hamas’ın kötü yönetimine mecbur kalmış, abluka altında sıkışmış, kaçacak yeri olmayan, gıda ve ilaç sıkıntısı çeken Gazzeli sivillerin dramıyla empati kuruyor. Moral üstünlüğün böylesine aşınması, İsrail’in dış politikada yalnızlaşması riskini taşıdığı gibi, uzun vadede ulusal çıkarlarına ters düşen başka gelişmelere de zemin hazırlayabilir.
Siyasi açıdan Koruyucu Hat’ın bilançosuna baktığımızda operasyon öncesinde dış desteğini kaybetmiş ve El Fetih’le birlik hükümeti kurarak çıkış yolu arayan Hamas’ın Mısır’daki görüşmelere yanında İslami Cihad ve El Fetih’le beraber katıldığını görüyoruz. Müslüman Kardeşler bağlantısı sebebiyle Hamas’a mesafeli duran ve hatta husumet besleyen Suudi Arabistan, Mısır’ın; Suriye’de muhaliflerden yana durması sebebiyle desteğini çekmiş olan İran’ın bile Hamas’a karşı tavırlarında yumuşadığı görülüyor. Savaş sonrası yeniden yapılanma adına Suudi Arabistan ve Katar’ın maddi destek sözlerini ekleyelim. İnsani kaygıların gerisinde Müslüman halkın dramı üzerinden bölgede etkinlik kurma mücadelesi yatsa da İsrail karşıtlığı Müslümanlar üzerinde birleştirici bir rol oynuyor.
İran-Hamas yakınlaşması Gazze’ye askeri yardım sağlama potansiyeli açısından özellikle önem taşıyor. Halihazırda İslami Cihad varlığının gerisindeki İran desteği,Hamas’ın kendi füzelerini üretme kapasitesinin teknolojik altyapısını İran’a borçlu olduğu malum. İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Müslüman milletleri farklılıklarını bir kenara iterek İsrail karşısında birleşmeye çağırması, soykırıma karşı koyabilmeleri için Filistinlilerin silahlandırılması gerektiğini belirten açıklamaları göz ardı edilmemeli. Özellikle, Kudüs’te taşlı, molotof kokteylli protestolar ve terör saldırısıyla şiddetin şekil değiştirebileceğinin sinyalleri de varken...
İran’ın güçlü çıkışları, Suriye ve Irak’ta vahşete devam eden İslam Devleti’ne karşı yürütülen mücadele kapsamında anlam kazanıyor. Filistinlilere kol kanat geren İran, bir bakıma sadece Şiilerin hamisi olmadığı, koruyucu şemsiyesinin Sünnileri de kapsadığı mesajını da veriyor. Bölgesel liderliği hedefleyen İran’ın nükleer müzakereler olumlu sonuçlandığı takdirde siyasi ve ekonomik sisteme yeniden entegrasyonuyla giderek güçlenecek. 1 Ağustos itibariyle İran Dışişleri Bakanlığı resmi sitesinden İran’ın 2,8 milyar dolar tutarındaki dondurulmuş varlıklarının Cenevre ön anlaşması kapsamında kademeli olarak yeniden kullanıma açılacağını duyurdu.
Zamanı biraz ileriye, nükleer müzakerelerin uzatıldığı tarih 24 Kasım'a alalım. Makul ve kalıcı çözüm önerilerine destek verilerek şiddet sarmalının önüne geçilemezse İsrail-Filistin arasındaki savaşın gidişatı ABD- İsrail ilişkilerini yıpratmaya devam eder. İsrail’in barışın ve savaşın tek belirleyicisi olma tavrını sürdürmesi de Washington’ın işini kolaylaştırmayacaktır. Bu durum da nükleer müzakereler açısından İsrail’in ABD üzerinde baskı kurma gücünü kısıtlar. Askeri müdahale seçeneğini dışlayan ABD’nin İran’la müzakere ederken, nükleer programın barışçıl(!) şekilde sürdürülmesi için elindeki tek koz, ekonomik yaptırımlar. Başkan Obama müzakere sürecini baltalayacak yeni yaptırımlara karşı olduğunu, Kongre’den gelecek tasarıları veto edebileceğini çok önceden ortaya koymuştu. İran’a yönelik ambargonun gevşetilmesi ile ülkeye yatırım yapmak için sıraya girmiş Avrupalı ve Amerikalı şirketlerin varlığını da unutmamak gerekiyor. Gazze Savaşı’nın etkisiyle kamuoyu desteği zayıflayan İsrail ile ABD arasında gerilen bağlar onarılmadığı takdirde, İsrail’in bölgesel tehdit algılarını abartılı bulan Washington’ı İran tehdidine karşı ikna etmesi giderek zorlaşacaktır.