Son yıllarda gerek toplum içerisinde gerekse de dostlarımızla tartışıp duruyorduk. Türk Yahudileri olarak hep sessiz kalmanın yanlış olduğunu, bireysel olarak yeterince aktif olsak da cemaatin daha çok iletişimde olup kendini tanıtmasının önyargıları yok edeceğini düşünüyorduk. Bu çalışmalar çerçevesinde ortak yenen iftar yemekleri, yapılan ziyaretler, sinagoglara gerçekleştirilen kültür turları, konserler okyanusta birkaç damla da olsa birileri tanımıştı Türk Yahudi’sini.
Son yıllarda gerek toplum içerisinde gerekse de dostlarımızla tartışıp duruyorduk. Türk Yahudileri olarak hep sessiz kalmanın yanlış olduğunu, bireysel olarak yeterince aktif olsak da cemaatin daha çok iletişimde olup kendini tanıtmasının önyargıları yok edeceğini düşünüyorduk. Bu çalışmalar çerçevesinde ortak yenen iftar yemekleri, yapılan ziyaretler, sinagoglara gerçekleştirilen kültür turları, konserler okyanusta birkaç damla da olsa birileri tanımıştı Türk Yahudi’sini. Son bir ay içerisinde yazılı, görsel ve internet medyasında kaleme alınan sayısız yazı içerisinde kimileri senin benim gibi vatandaş ile siyaseti ayırt ederken, fırsattan istifade geçmişimizdeki acı olayları, yaralarımızı tekrar yaşatmaya varan ithamlar ise, bu ülkeyi terk etmek ile yaşadığın ülkede terk edilmenin ne olduğunu hatırlattı bizlere. Çoğu zaman yalnız hissettik kendimizi. Bir avuç bilinçli insan yazılanlara tepki gösterip sahip çıkarken, kalabalıkların gittikçe artan öfkesinde her hafta sağduyu ve barış çağrısında bulunup, söylenenleri içimize sindirdik. Başkaları için ne anlam ifade ettiğini bilmeseler de kimi zaman internet ortamında dost, arkadaş bildiklerimiz travma yaşattılar bizlere. Bundan tam üç yıl evvel “Kaygılarım var geleceğe dair” derken bir kez daha haksız olmadığımı hatırladım. Oysa sözün bittiği yerde, insan vicdanının kabul edemeyeceği acıların yaşandığı bir zamandaydık. Bu ülkede son kalan 20.000 Yahudi ne kadar önemli bir meseleydi de her gerilim anında kendimizi manşetlerde bulmaktaydık? Gittikçe yaşlanan demografik yapımızla sayıca azalırken, bazı semtlerde bir avuç dindaşımız işte biz Balatlı, Kuzguncuklu, Kadıköylü Yahudileriz diye yaşadığımız topraklara her cümlemizde sahip çıkarken, biraz hüzünlü biraz kızgın ötelemeyi denedik kimliklerimizi bu yangın geçene dek. Bu ülkeye gelen her yabancı misafirime büyük bir keyifle İstanbul’a dair aşkları, anıları anlatırken kim bilebilirdi bir gün gelip sırf ismimden dolayı endişe duyabileceğimi?
Yaşanan onca hadise içerisinde en çok rahatsız olduğum günlerden birini paylaşacağım sizlerle. Bir pazar sabahı iki turizmci arkadaş Balat’ta kelepir bir ev bakmak için buluşmuştuk. Biraz gezi yapmak belki de kaderine terk edilmiş tarihi evlerden birini değerlendirmekti amacımız. Bir süre mahalleler arasında gezindikten sonra rastgele gördüğümüz bir emlak ofisine girdik. Arkadaşım nasıl bir bina aradığımızı hararetle anlatırken, gözüm masanın üstünde duran gazeteye dikilmişti. Şimdiye kadar üniversite ve askerlik yıllarında birkaç kişisel tartışma dışında kimliğimde yazan isim nedeni ile hiç tehdit altında hissetmemiştim kendimi. Arkadaşım durumu fark etmeyip “Mois ne dersin gidip bakalım mı ağabeyin bahsettiği eve?” derken kaş, göz hareketleri ile bir an evvel herhangi bir tatsızlık çıkmadan oradan ayrılmayı arzuladım. Dinime, kutsalıma alenen hakaret edilip, geçmişe vurgu yaparak ithamlarda bulunulurken yazılanları okuyan biri ile karşılaşmak, ondan nasıl bir tepki alacağını bilememek, kendi ülkemde en doğal ihtiyaç olan “korunma hakkını” hissettirdi benim gibi birçok Türk Yahudi’sine. Dışarı çıktığımızda arkadaşım en doğal hali ile “Senin bu ülkede kimse kılına dokunamaz, ilk biz atlarız siper oluruz önünüze” dese de doğduğum, vergisini ödediğim, askerlik yapıp hayat kurmayı arzuladığım ülkemde neden birilerinin teminatı altında olmak zorunda kalayım? Her ne kadar yetkili ağızlardan “Bizim Yahudileri bu olaylara karıştırmayın” deseler de kim tutabilir içi nefretle dolmuş kitleleri. Balat’tan dönüş yolu boyunca bir avuç kalmış Balat Yahudilerinden Davit Eskenazi’yi düşündüm. Köprübaşı Sokak’taki muayenesinde artık orada kendi cemaatinden hastası kalmamasına rağmen, ısrarla köklerine bağlı bir şekilde mesleğini icra eden, bu ülkeye gönülden bağlı binlerce Türk Yahudi’sinden biriydi sadece. Yazdığı her romanda İstanbul tutkusuna yer veren Mario Levi’ye boykot çağrısı yapanları ise vicdanları ile baş başa bırakıyorum. Her gerilim zamanında tekrardan tarih sayfalarını açıp Yahudilerin bu ülkeye yaptığı katkılarını mı sıralamak zorunda mıyız biz bu vatanın temel unsurlarından biriyiz demek için? Masum olmayan iktidarların masum halkları kurban ettiği bir dünyada neden her seferinde bir bedel ödemekle karşı karşıya kalalım?
Umut ediyorum ki bu fırtına geçecek ve sonrasında toplum olarak hasar tespitine başlayacağız. Geçmişimizi anlatılmayan, kulaktan dolma bilgilerle öğrenmeye çalışan bizler bu son bir ayda hissettiğimiz duyguları unutmayacağız. Yaraları sarmak, bu ülkede eşit vatandaş olduğuna inanmak için ise daha uzun bir süre bekleyeceğiz. Tıpkı yazar Maya Angelou’nun söylediği gibi: “Öğrendim ki insanlar, ne dediğinizi ve ne yaptığınızı unutuyor, ama onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmuyorlar.” Tişa Beav’dan Tu Beav’a geçtiğimiz bu haftada yepyeni umut kapılarının bizlere açıldığı, barışı ve huzuru yakaladığımız bir gelecek dileğiyle…